17 Temmuz 2020 Cuma

24. yaşıma mektup

sevgili 23. yaşım,
senden önce unutmak istediğim çok yaşım oldu ama sanırım keşke seni hiç yaşamamış olmayı daha çok isterdim. yaşadığım bunca şeyin, kocaman bir yaşa sığmış olmasına halen anlam veremiyorum. öyle ki, asırlar sürmüş gibiydin. izmir'de kavuştuğum sana, istanbul'da veda ediyorum. hayatımda sahip olduğum bir şeyden bu kadar kolay vazgeçebiliyor olmak benim için sevindiriciyken, bunu sadece sana yapabiliyor olmamın üzüntüsünü yaşıyorum. kim bilir belki de etrafımdaki herkesi dinleseydim, sana izmir'de kavuşmuş olmasaydım, daha iyi olurdu. bunlar için seni suçlamaz, etrafımdaki insanların haklı çıktığına tanıklık etmezdim. ancak yine de tüm bunları yaşamış biri olmanın, yani seni arkada bıraktığımda hissedeceğim duygunun, aldığı mağlubiyetle gururlanan -bazı mağlubiyetleri alırken gösterilen mücadele, sonuçtan daha ötedir- bir futbol takımından farksız olmayacağını düşünüyorum. sonuçta öyle bir mağlubiyet ki bu, ya şöyle dönüp baktığımda bir kara leke olarak benimle kalıp büyümeye devam edecek ya da daha büyük başarılara götürmek için yapılacak radikal değişimlerin öncüsü olacak. umut ediyorum ki, şimdi bu beklemediğim mağlubiyet ve hak etmediğim bir şekilde yaşadığım başarısızlığın beni olumlu yönde etkileyecektir. bugüne kadar her zaman böyle oldu, şimdi de biraz daha zor olsa dahi yine aynısı gibi olacağına inanmak istiyorum.
kim bilir diğer insanlarda olan bahanelerin arkasına saklanma ya da kendi sorumluluğunu kabul etmeme gibi çoğu tamamen insani olan bu duygulara sahip olabilseydim. ancak, sen ve senden önce 22 tanıştığım yeni yaşın bana gösterdiği en büyük şey, hiçbir zaman bu insani duygulara sahip olamadığımdı. ve şimdi seninle birlikte bunun en büyük örneğini görmekteyim. sanki yaşadığım her şey, tamamen benim -olduğum kişi- yüzümdendi, benim yaptığım veya yapamadığım şeylerle ilgiliydi. ancak herkesin kabul ettiği bir şey vardı ki, ben elimden geleni yapmıştım. yine de herkesin söylediği bu cümlelere karşı, herhangi bir bahanenin arkasına sığınmayıp tüm sorumluluğu üstlenerek, sanki başka bir şekilde davransaydım her şeyin daha farklı olacağını düşünmekteyim. sanki kurtarma şansım varmış da bunu başaramamış gibi. hastasını ihmal yüzünden öldüren bir doktor gibi. ya da tüm bunların nedeni kendimi bir insandan daha çok bir peygamber olarak -herhangi bir dinin değil, belki insanlığın, belki yalnızlığın, belki nezaketin, belki de insanlar için artık önemini yitirmiş her kavramın- hissetmemdir. ancak ben bir peygamber değilim, her şeyi her zaman doğru yapamam. her ne kadar etrafımdaki tüm insanlar, benim hata yapmaya hakkım yokmuş ve bir peygambermişim gibi her şeyin doğrusunu yapma mecburiyetim varmış gibi düşünseler de aslında kusurları, zayıflıkları, hataları olan ve hatta bunlara oldukça fazla bir şekilde sahip bir insanım. peygamber olmayı denedim, çabaladım ama beceremedim. -hiçbir şeyi becerememiş biri, peygamber olmayı da beceremez nihayetinde- gösterdiğim çabadan, yaptığım her şeyden, anlayışımdan ya da kendimden ödün olarak verdiklerimden dolayı takdir ya da basit bir teşekkür beklerken, çarmıha gerilmek benim için sürpriz oldu. eminim İsa için de öyle olmuştur. ama eminim o da, en çok güvendikleri tarafından çarmıha gerileceğinin farkındaydı. ve belki İsa da, tıpkı benim gibi bu yüzden kendisine ihanet edenlere değil, daha çok güvendiği isme, çarmıhta canını verirken söylediği son sözde olduğu gibi ''beni neden terk ettin?'' diye sordu. ancak o da, yine tıpkı benim gibi cevap alamadı.
şimdi çarmıha gerilmiş eski bir peygamber ya da alınan mağlubiyetin ardından tüm sorumluluğu üstlenerek tribündeki taraftarların yuhalanması için ortasahaya adımlar atan bir teknik direktör gibi kendi hayatımın ortasında oturmuş, hayatımdaki insanlara bakıyorum. söylediği cümleleri ezberledim, onları duymak istemiyorum ama kendilerini iyi hissetme çabalarının farkında olduğum için herhangi bir şekilde bölmeyerek kendilerini rahatlama şansını onlara veriyorum. daha sonra duymak istediği şeyleri söyleyip beni bir daha rahatsız etmemelerini bekliyorum. bunu yapıyorlar. o zaman rahatlıyorum. keşke, herkes ve her şey beni bıraksa, ben de rahatlasam. herhangi bir beklentiyi karşılayamamanın, hayal kırıklığı olmanın ya da bir beceriksizliğimin bir parçası olmanın utancını yaşamasam artık. tüm rollerimden kurtulsam, tüm sıfatları bıraksam, en yalın halime dönecek kadar soyunsam bütün yüklerimden. belki o zaman, kim olduğumu hatırlayabilirim. ama şimdi, her şey birbirine girmiş gibi. duygularım, düşüncelerim ya da bunun gibi çok şey. işte bu yaşım, bana içimden söküp atamadığım kocaman bir kırgınlık ve ne yapacağımı bilememe halini getirdin. belki de etrafıma baktığımda, özellikle yaşıtım olan ve benzer bir yerden dünyaya baktığımı düşündüğüm her insanın bana yakın düşüncelere sahip olduğunu görüyorum. bir noktada sevgili 23. yaşım belki de kızılacak ya da bir şeyler için suçlanacak en son kişi sensin.
şimdi belki de mezun olmuş, sinema bölümünü bitirmiş biri olarak yazıyorum. peki, beni ne bekliyor? bilmiyorum. her ne kadar tanıdığımı düşündüğüm ya da çok sevdiğim insanlar olsa bile herhangi biri yok. zaten setlerde çalışmak adına çok kibarım. bunu yapabilecek biri miyim? emin değilim. gelecek kaygısı olarak adlandırılan ve benim neslimin yaşadığı bu durum, beni korkutuyor olsa da bir yazar olduğumu düşünüyorum. en azından böyle olduğumu düşünmek bana iyi geliyor. hayatımı okumaya ve yazmaya adamış biri olarak, şimdi yaptığım şeyin, yani edebiyatın ve sinemanın peşinden gitmenin, tutkularım için savaş vermenin doğru bir karar olup olmadığını sorguluyorum. çünkü, bu işte yetenek ya da istek, arzu vs. gibi duyguların önemli olmadığını anladım. diğer insanların PR ya da marketing adı altında kendilerini satmasını kendime uygun bulmuyorum. sanki pazarlamaya ihtiyaç duyulan boktan bir ürün gibi hissetmek, o rakı sofralarına oturup ya da herhangi bir davette kendimi bir vitrinin içinde hissetmek istemiyorum. bu mümkün mü? değil. yani değişmeliyim. dünya ile aramda her zaman sahip olduğum, bir şekilde koruduğum ve korumaya çalıştığım bu saf ilişkiyi bozmam gerekiyor. öyle ki, bu saf ilişkimi bozacağım. ve hayatımdaki her şey, bir markayla yaptığım reklam anlaşmasına dönecek. yaptığım bütün bu adımlar, marka yönetimi gibi olacak. ve ben, bu yaşımda, yani 23. yaşımda kaybettiğim ve gerçek olan tüm sahip olduklarımı özleyeceğim. hatta özlediğim çok şey var ancak geri gelmeyeceklerini biliyorum.
sevgili 24. yaşım senden pek fazla bir şey beklemiyorum. sadece aidiyet hissini özledim. o duyguya ihtiyacım var. eve dönmek istiyorum. bir evimin olup olmadığını ya da o evin beni isteyip istemediğini bile bilmiyorum. sadece anlaşılmak, kendime duyduğum kuşkuyu dengeleyecek, bana güven verecek ve inanabileceğim bir evin arayışındayım. -Van Gogh için denmiş bu şeyi sahipleniyorum, artık sahiplendiğim tek şey sanatla ilgili ama sanat ya da herhangi bir şey bile artık eskisi kadar heyecan vermiyor bana- lütfen sevgili yeni yaşım, bana bir zamanlar var olduğunu bildiğim ama şimdi nerede olduğundan bile yoksun olduğum o evi bana geri getir! kendini bir yere ait hissedebilmenin dayanılmaz hafifliği, bana iyi gelecek..

17 Mayıs 2020 Pazar

Ev’den mektup

selam, nasılsın?

sana bu cümleleri karantinamın 66. gününden yazıyorum. henüz ülkemizde tespit edilmiş corona vakası yokken, kendimi eve kapatıp, ''dün çok içtim, para harcadım birkaç gün evde kalarak onun acısını böyle kapatayım'' diyerek düşündüğüm için çok daha uzun zamandır evdeyim. hatta bakkala ya da kapının önünde yürüyüşe bile çıkmadım. çok sıkıldım. zaten insanların yaşamak zorunda olduğu bu yaşam, benim tercih ettiğim yaşamdı. belki de bu yüzden film izlerken, kitap okurken zorlanıyorum. dikkat dağınıklığımı bahane etmemek ve tanıştığım herkese ''benim dikkat eksikliğim var'' diyen yaşıtlarıma dönmemek adına üzerine gidiyorum, okumaya ve izlemeye devam ediyorum. eminim bu hallerimi görseydin, gurur duyardın. yani en azından bir zamanlar, -çok da uzun zaman değil- kesinlikle gururlanırdın. ama artık bunları bile görmek istemediğinin farkındayım.

insan yalnızken, düşünüyor. yani daha fazla düşünüyor. eminim okurken ''keşke bu kadar düşünmesen, bazı şeyleri salmayı bilsen'' diyeceksin. çünkü bana bir keresinde bana bunu demiştin ve ben sana gülümseyerek karşılık vermiştim, bilmiyorum hatırlıyor musun? yoksa beni unuttuğun gibi, yaşadığımız her şeyi unuttun mu? ama olsun, ben hatırlıyorum. her şeyi hatırlıyorum. keşke hiçbir şey hatırlamasam, unutmak ne iyi gelirdi kim bilir. sonuçta unutabildiğin kadar mutlusun bu hayatta, öyle değil mi? patronun tarafından aşağılandığını, sevginin alaya alındığı, saygının küçümsendiği, yaptığın inceliklerinden dolayı kabalaşmak mecburiyetinde hissettiğin o tüm anları düşün. insan, unuttuğu sürece mutlu olabilir. galiba ya hep unutmasını bilen insanları hayatıma aldım ya da her şeyi en ufak ayrıntısına kadar hatırlamak lanetimdi, bilemiyorum. ama insan, yalnız kalınca düşünüyor. daha fazla düşünüyor yani. düşündükçe de kendinde kusur buluyor. beni biliyorsun, kendimde kusur bulmayı çok severim. etrafımdaki insanlara bunu gösteremesem de kendi başıma kaldığımda dünyada olup biten tüm kötülükleri sırtlar, kendimi çarmıha gererim. ama peygamber değilim. bazen hayatımdaki tüm insanların beni bir peygamber olarak gördüğünü ve bu yüzden herhangi bir hata yapabileceğimi, benim de yanlış yapabileceğimi, benim de zaaflarımın olduğunu düşünmüyorlar. ama nihayetinde ben de insanım. ve kusurluyum. kusurlarımdan ibaretim. kendilerini tamamlanmış hisseden ve belki de aslında olmadıkları gibi kendilerini kusursuz göstermeye çalışan bu kalabalık insan topluluğunun aksine kusurlarımın farkındayım.

bu arada senin dediklerini düşündüm. daha doğrusu söylediğin her şey kulağımda yankılanıp durdu. hatta ilginçtir ki, senden sonra bile senin söylediklerini söyleyen o kadar insan oldu ki, bazı şeyleri daha net görebildim. insan, çoğu zaman olduğunu düşündüğü insan olmayabiliyor. yine de senin söylediklerin konusunda sana ne kadar anlayışlıysam, onlara tam tersi bir şekilde davrandım. sana hiç yapamadığım şekilde, onlara karşı acımasız ve sert oldum. hepsinden vazgeçip, her şeyi reddettim. kim bilir belki de şu an kendimi bu kadar güçsüz hissediyor olmamın nedeni bunu yapamıyor olmamdır. şimdi düşünüyorum da sana hak veriyorum ve sana kızmıyorum. sorun bendim, olduğum kişiydi. keşke başka biri olabilseydim. ama ben sadece kendim olabiliyorum. bu yüzden üzgünüm. beni bilirsin, mağlubiyetlerin hepsini kendim üstlenirim. şimdi mazimdeki -evet, artık biz de bir maziye döndük- bu mağlubiyete baktığımda bunu üstleniyorum. bir sahanın ortasına doğru yürüyorum, hayatımdaki tüm insanları tribünlere oturtturuyorum ve bu mağlubiyet için beni yuhlamalarını bekliyorum. ne güzel ki, sen bunu hiçbir zaman yaşamayacaksın. çünkü her zaman bahanelerin olacak, hayatın böyle olduğunu ya da kavramları yanlış anlamanın verdiği büyük bir küstahlıkla kendinin böyle biri olduğunu söyleyerek sorumluluk almayacak, kendini hiçbir şey için suçlamayacaksın. yerinde olmayı o kadar çok isterdim ki, sana anlatamam.

bir şeyler üretip üretmediğimi merak ediyorsan eğer hiçbir şey üretmedim. çok şeyin peşine koştum ama aslında koşuyormuşum gibi yaptım. kafamda kaldı, harekete hiç geçmedim. sinema ya da edebiyat, bir şekilde gördüğün ve arzuladığın çok güzel bir kadın gibi gelmeye başladı. uzaktan bakıyorum ve asla onlara sahip olamayacağımı düşünüyorum. bir noktadan sonra da benim için anlamlarını yitiriyorlar, anlamsızlaşıyorlar. özellikle onlara bir şekilde sahip olmayı başarmış diğer insanlara bakınca daha da anlamını kaybediyorlar. artık, onlara sahip olanları -kadınları değil, sanatı kast ediyorum- yani sanatçıları artık büyütmüyorum kafamda. bir zamanlar -özellikle seninle olduğum günlerde- onların çok önemli şeyler söylediğini düşünürdüm. ama şimdi aslında onların da sandığım kişiler olmadığını anlamaya başladım. bu büyük bir hayal kırıklığı oldu. bilmiyorum bazen düşünüyorum. onların yanına sokulsaydım ve bu kadar utangaç biri olmak yerine onlardan bir şeyler beklemeyi tercih eden biri olsaydım, yani bir şekilde her zaman dahil olmak istediğin o sanat çevresinin bir parçası olsaydım -öyle göründüğüme bakma aslında hep kaçtım, bunu en iyi sen biliyorsun- o zaman kafandaki o sanatçı olur muydum? bazen düşünüyorum, keşke bir şeyler üretebilseydim. sen de benimle gurur duysaydın. bir şey üretemeyecek kadar kibirli biri olduğumu söylemek yerine benimle gurur duysaydın. ben de kendimi bir bokmuş gibi hissedebilseydim. ama biliyorsun ki, ben aslında bunlara hiç önem vermedim. çünkü bu kadar büyütmedim, üzerine gitmedim, çalışmadım. hep bir rahatlık vardı, kasmadım. her zaman bir şeyler üretmek istediğimi söyleyip, neden kafamdakini üretemediğimi anlatmayı tercih ettim. sana en çok benzediğim nokta buydu. çünkü sen de her zaman kendini anlatamadığını, kendini anlatma çabana tercih ettin. ama seni suçlamıyorum. ben, kendim kalarak yalnızlığı seçmiştim. sen ise bir başkası gibi davranarak kalabalığın bir parçası olmayı. en az yaptığın proje maketleri kadar yapay, en az oynadığın monopoly oyunundaki paralar kadar sahte ve en az muhabbetleri kadar sığ olan bir kalabalığın parçası olmayı istedin. seni artık suçlamıyorum, hatta anlıyorum. sen şikayet edip durduğun o kalabalığın bir parçasısın, beni seni oradan kurtaracak ve zaman zaman hak ettiğin düşündüğün o hayatı sana verecek biri olarak gördün. ama oradan uzaklaştığında aslında o kalabalığı ne kadar özlediğini fark ettin. seni anlıyorum. seni her zaman anladığımı biliyorsun. nedense hayatımdaki herkes, benim onları anlayacağımı biliyor ve beni anlamak yerine ben tarafından anlaşılmayı bekliyorlar.

yine çok uzattım üzgünüm. insan yalnızken ve karantinadayken çok şey düşünüyor ve söylemek istedikleri şey birikiyor. ve insan sanırım bu süreçte özleyecek çok şey buluyor. benim özleyecek çok şeyim olmadığı için kendimi iyi hissediyorum. seni özledim. bu Özlem büyüdükçe, seni unutturmasını istediğim her şey, bana seni daha çok hatırlattı. tıpkı kendimden uzaklaştıkça, sana daha çok yakınlaşmam gibi. ama bilmiyorum, belki de böylesi daha iyidir. artık küçük şımarık bir çocuk olmaktan böylelikle kurtulabilirim. ya da sonsuza dek böyle biri olarak kalabilirim. yine de her şeye rağmen, seni özlediğimi bilmeni istiyorum. zaman zaman, hatta yalnız kaldığında ya da yanındaki insanların sana gerçekten değer vermediğinde, gerçekten sevilmediğini anladığın ilk anda beni hatırlayacağını, beni özlediğini fark edeceğini düşünüyorum. biliyorsun ki, genelde haklı çıkarım. beni sevdiğini halen biliyorum. bunu bilmek acı veriyor. birbirimize yaptığımız bunca şeye rağmen, halen bundan bahsedebilmek çok tuhaf. yine de sana nereden ve nasıl ulaştırabileceğimi bilmediğim bu mektubu bir şekilde okuyacağını düşündüğüm bir yerden yolluyorum. umarım halen bana parlayan gözlerle bakıyorsundur ve yazdığım her şeyi hiç bıkmadan okuduğun gibi bunu da okumak istersin. çünkü sen bana bir şey yazmış olsaydın, yazdığın her kelimenin anlamına bakar, yazdıklarını öyle okurdum.

ben, geri dönmek istediğin her an seni bekleyecek olan evinim. biliyorsun ki, evin anlamı budur. her zaman seni bekler ve sen geri döneceğini bilirsin. neticede eninde sonunda tüm yollar eve çıkar.

sevgilerimle,
ev.
sıradan bir ev değil, senin evin. halen, senin evin.

31 Mart 2020 Salı

Karantina Günlükleri: 100 (Kendime ağıt)

Yazmıyorsun,
çünkü içinde yazacak herhangi bir şey kalmadı. 
İzlemiyorsun,
çünkü içinden gelmiyor. 
Okumuyorsun,
çünkü kelimeler de terk etti seni.

Hep böyle yaptılar. Anlamlıymış gibi görüldüler.
Sonra yavaş yavaş  hatta bazıları bir anda, hızlıca,
sağır bir celladın baltasını geçirdiği gibi,
senin tüm çığlıklarına aldırış etmeden. 
bu dünyada sana anlamlı gelen
ya da ufak bir çocuktan farksız olan senin yüklediği tüm anlamlar 
senden birer birer uzaklaştılar. öyle uzaklaştılar ki, göremez oldun hiçbirini 
onlar gittiler, giderken yüklediğin anlamlar da onlarla birlikte gitti 
tıpkı tek tek giderken bile, hep birlikte gitmiş gibi hissettiğin tutkuların
tutkularının gittiği ve sende herhangi bir tutkunun kalmadığı gibi.
ve sen
ve sen, onlar hiçbir şey olmamış gibi giderken, 
sen onların arkasından her şey daha az önce olmuş gibi bakarken, 
anlamsızlıkla, yalnızlıkla, tek başınalıkla kaldın. 
buna senin için doğrusu olduğuna inandırdılar seni,
saf tarafını her zaman korudun ve kim bilir belki de bu yüzden
kim bilir belki de diğer türlüsünü bilmediğin için 
her seferinde inandın. tüm bunları senin istediğine en çok sen inandın
insanlar etrafında hızlıca adımlarını atarken, sen kimseye çarpmamak adına 
sırf birine çarpıp dokunmamak için mücadele ederken
sana çarptılar, bir özür bekledin ama dilemediler. 
dilemezler. dilemeyecekler. her zaman senden bekleyecekler o özrü. 
çünkü sen kimseye çarpmak, dokunmak istemedin. 
şimdi kalbindeki o acı, yüreğinden akan o sızı ve 
tüm benliğini ele geçirmiş kıpkırmızı o akan kanının nedeni
kimseye gerçekten dokunmadığının farkına varmak. 
sen kimseye dokunmadın, kimse de sana dokunmadı 
ne zaman bir adım atsan, gözle görülmeyen bir cama tosladın 
senin uzattığın o el, her zaman havada kaldı. 
ne sen gerçekten sevildin, ne de biri sana gerçekten değer verdi. 
bu yüzden, sırf bu yüzden
insanların seni gerçekten sevebilmesi ve 
kendini gerçekten ama gerçekten değerli hissedebilmek için
hepsini, tüm insanları, daha çok sevdin. sen sandın ki,
sen onları çok seversen, onlara değer verirsen 
onlar da seni çok sever.
ah be oğlum, sen hiç mi hayata karışmadın? hiç mi insan tanımadın? 

ah be oğlum, ne işin vardı bu insanların arasında? 
ah be oğlum, ne işin vardı insanlar arasında? 
ne işin vardı bu dünyada? ne işin vardı bu insanlarla? 
bak işte, kim var yanında, yalnızlığın ve uyumsuzluğun dışında 
sen onlarla yarışamazdın, çünkü bu hayat, bu dünya
senin bildiğin tüm dünyalara, tüm hayatlara benzemez. 
çok çabaladın, çok denedin, onlara benzeyebilmek için 
ama olmaz, sen onlara benzeyemezsin, çünkü sen
sen tüm bu kusurlarınla, hayatla koruyabildiğin o saf yanınla 
her zaman, kim bilir belki de çoğu zaman 
sadece kendi olabilen, kendi dışında hiçbir şey olmayı beceremeyen, 
bu yüzden, sen, evet oğlum, sen 
kapalı kapılar arkasında, kulaktan kulağa oynanırken, suçlu bulundun.
suçunu bilmeyen bir masumun çaresizce baktığı bakışlarla
onlara bakıp, anlaşılmayı beklerken daha çok 
anlamadılar. anladıklarını söylediler ve bunu söyledikten sonra verdiler cezanı 
ah be oğlum ne suç işledin sen 
ah be oğlum neyin cezası bu, bitmedi mi? 
sen bu dünyadaki tüm kötülükleri, işlenmiş tüm günahları 
sırtına almış gezdirirken, sırf olduğun kişi yüzünden işlemediğin suçların bedelini öderken
seni bu hale koyanlar, tüm insanlık değil ama tanıdığın tüm insanlar
karşına geçip, alaycı ve küçümseyen gözlerle sana bakarken, 
bir yandan kahkahalarını atıp bir yandan geçmiş olsun mesajlarını sana söylerken, 
sen, onların seni düşündüklerini düşünmenin verdiği büyük bir mutlulukla 
celladına aşık olmuşçasına, onlara karşı kocaman minnet duyarken
bir sıcak bakışa, yüzde beliren kocaman bir gülümseye, 
tıpkı bir çocuk gibi, her defasında ve yeniden kanarken
onlar seninle alay ettiler, kalbini bir mobilya gibi parçaladılar. 
ama o kalp senindi ve sen de bir zamanlar o kalbindin
ama senin olan, bir zamanlar da senin olduğun o kalp, ikea'dan alınmamıştı  
ama bunun ne önemi var? çünkü kalpler artık, hatta uzun bir zamandır
romantik bir düşüncenin ürünü. ve halen çok satıyor.
insanlık, ey insanlık, ya da kitaplarınızda sizden böyle bahseden ey insanlar
bundan sonra kalp taşımanız yasaklanmıştır. 
sırf senden sonra, senin kalbini alıp ellerine oyuncak etmelerinden sonra 
başka kimseye bunu yapmasınlar diye. bir sonraki emre kadar
kalpsizlik yasaklanamayacağına göre, kalp taşımak yasaklanmıştır. lütfen taşımayınız.
ah be oğlum sen hiç mi sevilmedin? 
ah be oğlum, seni kimse mi sevmedi? 
sevgiyi hep yanlış yerlerde, yanlış insanlarda, yanlış nedenlerin sonucunda aradın. 
bu kadar yanlıştan bir doğru olmazdı elbet, denedin, olmadı. 
yaşamak denen bu illeti, beceremedin. ve şimdi yaşamak denen bu illeti 
sigarayı bırakan bir tiryaki gibi, zor da olsa, belki zaman zaman sigaradan ufak bir fırt çeker gibi
insanların arasına karışıp, kendini onlardan olduğuna ikna ederek, bıraktın.
yaşamayı bıraktıktan sonra, ölü bir adamdın. öldün. ama nasıl yaşıyorsan öyle öldün. 
kimse fark etmedi öldüğünü. tıpkı, yaşarken fark etmedikleri gibi. 
oysa, sen hep onların arasındaydın. ben gördüm. biz gördük. oradaydın. 
işte sen, işte sen, işte sen oğlum. henüz ölmemişken bile, daha yaşıyorken,
hatta ve hatta, henüz yaşadığını sanıyorken,
öldükten sonra bile, nasıl sevileceksen öyle sevildin. 
gerçekten sevildiğine dair hiçbir şey göremeden, hiçbir şey duyamadan. 
ah be oğlum, seni neden hiç kimse sevmedi? neden sen hiç sevilmedin? 
bir ağıt yakanın bile olmadı senin, arkadan kimse ağlamadı. 
su testisti oldun, su yolunda kırıldın. dünyaya hoş geldin oğlum. hoş geldin. 
burası dünya, iyilerin değil, uyumluların, zorbaların dünyası. senin dünyan değil 
bir geyik, nasıl bir geyik yakalanırsa yırtıcılara, sen de öyle yakalandın. her seferinde.
kimse seni ciddiye bile almadı. sinirlendiğin zamana bile sanki bir piyeste yapılan espri gibi
gülümseyerek, kahkahalarla, alaycı yüz ifadeleriyle baktılar sana. 
her acında, her hüznünde, sanki bu senin kaderinmiş ve kaçamazsın gibi 
tek bıraktılar seni. üstelik, sen birilerine ihtiyaç duyarken, 
insan birilerine her zaman ihtiyaç duyar oğlum. utanma. 
ah oğlum, sen hep utandın. öyle ki çoğu zaman yaşıyor olmaktan bile.  
kalbin sana ağır geldi. ya da dünya bu kalp için çok kötü bir yerdi. olmadı, 
beceremedin yaşamak denilen bu illeti. ve çekip gitmekle en iyisini yaptın.  
ah oğlum, sana ağıt yakan bile çıkmadı. bu yüzden bu ağıtı sana ben yaktım.
çünkü sen hiç doğmamıştın. ben seni doğurduğumda. 
ama şimdi ben seni öldürüyorken, aslında sen çoktan ölmüştün. 
öldürmüşlerdi seni elbirliğiyle. kimse üstlenemedi cinayetini. ölümün de 
senin ölümün de, yaşamın gibi oldu. kimse fark etmedi öldüğünü. 
alıştılar oğlum. sensizliğe de alıştılar. sensizliğe zaten alışmışlardı 
şimdi artık huzur içinde, sensizliği yaşayabilirler. sen henüz yaşıyorken, 
henüz onlar tarafından öldürülmemişken de huzur içinde yaşadıkları 
ve seni, bu çekip durduğun acı ve hiç dinmeyen büyük ızdırapla baş başa bıraktıkları gibi. 

Ah oğlum
sana ne yaptılar böyle?
Ah oğlum, 
sen kendine ne yaptın böyle? 


(Kendime Ağıt, 1 Nisan 2020)