22 Temmuz 2016 Cuma

Altını Çizdiklerim: Alt Tarafı Dünyanın Sonu / Juste La Fin Du Monde

Xavier Dolan'ın son filmi "Alt Tarafı Dünyanın Sonu" (Juste La Fin Du Monde) gösterime girmeden önce, filmin uyarlandığı tiyatro metni olan aynı isimli kitabı okudum. Jean Luc Lagarce imzalı tiyatro oyununa dayanan filmi izlemeden önce okumak istediğim kitabı bulmak hiç kolay olmadı. Tüm arayışlarıma rağmen en sonunda yayınevini aradım ve elinde kalan son kitabı ofislerine giderek aldım.

Konu kısaca; hastalığı sebebiyle ölmek üzere olan bir yazarın, bunu ailesine söylemek için yıllar önce terk ettiği evine geri dönmesi.

Çok sevdiğim Xavier Dolan, ilk kez benim sinema dilime yakın bir konu ve bir tema belirledi. Bunun heyecanı ve mutluluğuyla birlikte ana karakter Louis'i kendime, sürekli bir çatışma halinde olduğu Antoine karakterini ise etrafımdaki insanlara yakın bulduğumu söyleyebilirim.

İşte altını çizdiğim o kısımlar;

Louis:
Bu tuhaf ve berrak düşünce
annemin ve babamın, annemin ve babamın, 
ve insanların, diğer herkesin, hayatımdaki, 
en yakınımdaki insanların,
annemin babamın ve yaklaştığım ya da bana yaklaşan herkesin,
babamın, geçmişten, hatırladığım kadarıyla,
annemin, kardeşimin, bugün burada, 
ve kız kardeşimin,
benim neyin nesi olduğuma kendilerince kanaat getirdikten sonra,
günün birinde, beni sevmekten vazgeçecekleri,
beni artık sevmeyecekleri, 
ve artık hiç sevilmeyeceğim
(asıl bundan bahsediyorum)
"en nihayetinde" 
sanki yılmışlığımdan, sanki kendimden bezmişliğimden,
sonsuza dek terk edileceğim düşüncesi
çünkü ben terk edilmeyi istedim. 

bu histi işte, kelimelere dökemiyorum.
uyanır uyanmaz
-bir an, uykudan çıkarsın, her şey durudur, tam avucunun içine alacaksındır, ama birden yok olur gider-
sonsuza tek terk edileceğim, 
azar azar,
bir başıma kalacağım, ötekilerin arasında kendi yalnızlığımla, 
çünkü ulaşamıyordu kimse bana,
bana dokunamıyordu,
ve vazgeçiyorlardı sonunda. 

ve benden vazgeçiyorlardı, benden vazgeçtiler, 
herkes,
her biri kendince,
yanlarında kalmak için var gücümle çırpınmama rağmen,
kendime bunu yap deyip durmama rağmen, 
vazgeçtiler çünkü onların cesaretini kırdım, 
çünkü onlar, beni kendi halimde bırakmanın, sanki hiç umurlarında değilmişim gibi davranmanın beni daha çok sevmek olduğuna inanmak istediler. 

Anladım ki içimi yakan bu sevgi yokluğu, ezelden beri korkaklıklarımın bu yegane sebebi, gözümle bir kerecik göremediğim bugüne dek, bu sevgi yokluğu, başkalarının canını, benimkinden hep daha fazla yakmıştı.
Bu tuhaf ve umutsuz ve zevalsiz düşünceyle uyandım. 

Öldükten sonra nasıl sevileceksem, daha yaşarken öyle sevilmişim ben
Buna dair kimseden bir söz duymadan, duyamadan.. 


ANNE
(Louis'e)

...

Ve sen anlamayacaksın, nasıl geçecek adım gibi biliyorum, hep nasıl geçtiğini biliyorum.
Bir iki kelime cevap vereceksin
ve öyle sessiz sakin duracaksın kendi başına öğrendiğin gibi 
-bunu ben de öğretmedim baban da, 
hele baban mümkün değil, 
şartlar ne olursa olsun bu kadar kurnaz ve mide bulandıracak kadar itidalli olmayı biz öğretmedik, hiç hatırlamıyorum
sorumlusu ben değilim-
bir iki kelime cevap vereceksin,
ya da tebessüm, aynı şey.
Onlara gülümseyeceksin
ve zaman geçecek, sonra,
bilmem kaç zaman sonra, 
geceleri uykuya dalmadan evvel,
yalnız o tebessümü hatırlayacaklar, 
senden yadigar saklamak istedikleri tek cevap o olacak,
ve o tebessümü başa sarıp sarıp oynatacaklar kafalarında,
hiçbir şey değişmeyecek, tam tersine,
aranızda ne varsa, daha da zehir edecek o tebessüm,
hiçe sayılmanın izi olacak, yaraların en acısı.


LOUIS
(Sayfa 110'da başlayan kısmı komple yazmak isterdim ama parça parça yazacağım)

İnandığım şey, bir an da olsa, umduğun,
seninle beraber bu dünyanın da yok olacağıdır,
seninle beraber bu dünyanın da yok olabileceğidir,
sönecek, silinip gidecek, senden geriye kalmayacak.
Her şey benimle birlikte yok olup gidecek, bana eşlik edecek, bir daha geri dönmeyecek. 
Her şeyi yanımda götüreceğim ve yalnız kalmayacağım. 

Sonra, ama epey sonra,
-işin komedisi geri döner, yine ağır basar, dertten tasadan kurtarır ve yeniden yol gösterir-
sonra başlarsın hayal etmeye, ben ettim. 
ötekileri göreceğini hayal edersin, senden geriye kalanları, sen öldükten sonra.
Hepsini yargılayacaksın şimdi. 
Törendeymiş gibi geçecekler önünden, bakacaksın onlara bir bir,
artık hepsi senin, iyice bakacaksın hepsine, çok sevmeyeceksin hiçbirini,
çünkü sevsen üzülürsün, canın yanar, seveceksin diye bir kural yok.
Hayatta başlarına ne mi gelecek, hepsini sen kuracaksın kafanda,
eğlencelidir, ben beğlenirdim,
hepsi senin elinde, hayatlarına yollar çizeceksin,
bir kere değil, istediğin kadar çizeceksin. 
Kendini de göreceksin, uzanmış bulutların üstüne, oradan onları izliyor, ne bileyim işte, çocuk kitaplarında olur ya, öyle, benim kafamda öyle.
Ben artık yokken ne yapacaklar benimle?
Hükmetmek isteyeceksin onlara, emretmek, darmaduman hallerinden faydalanmak ve daha beterine sürüklemek.
Seslerini duymak isteyeceksin, ben duyamadım, ağızlarından salakça şeyler çıkmasını isteyeceksin, çıksın ki aslında ne düşündüklerini öğrenesin. 
Sonra, ağlarsın.
İyi gelir.
Bana iyi gelir. 

Bazen, bir irkilme,
bazen, yakalarım, kin dolar içime
kin ve öfke,
açarım eski defterleri, hatırlarım.
Isırırım, bazen ısırırım.
Affettiklerim mi var, hayır, af yok,
tutar dibe çekerim kurtarmaya kalkanı, batırırım başını nehrin suyuna,
insafın zerresi yok, gözümü kırpmadan alırım canınızı.
Basarım küfrü hepinize.
Yatağımda, gece, öyle korkmuşumdur ki, uyuyamam,
nefret kusarım.
Nefret beni yatıştırır ve tüketir
ve o tükenişle nihayet yok olup gidebilirim.
Ertesi gün, sakinim, yine, bezgin ve solgun.
Teker teker öldürürüm sizi, sizin ruhunuz bile duymaz, bir tek ben sağ kalırım,
ben en son ölürüm.
Bir katilim ben  ve katiller ölmez,
işimi onların bitirmesi gerek.
Kötülük sarar aklımı.
Kimseyi sevmem,
sizi hiç sevmedim, yalandı hepsi,
kimseyi sevmiyorum, ben bir münzeviyim,
münzevilerin kaybedecek bir şeyi olmaz,
her şeye ben karar veririm,
Ölüm'e de, ona da ben karar veririm
ve ölmek sizi mahveder ve benim istediğim de sizi mahvetmek.
Ölümüm hüsrandan olacak, kötülükten ve alçaklıktan,
kendimi kurban edeceğim.
Benimkinden uzun, benimkinden derin olacak sizin acınız
ve ben sizi göreceğim, yolunuzu ben çizeceğim, sizi izleyeceğim,
ve size güleceğim ve acılarınızdan nefret edeceğim.
Ölüm ile huzur bulacakmışım, iyi olacakmışım, kim demiş?
Savruluşlarını görüp de tasalanan faniler öyle zanneder ancak.
Kötüyüm ben artık, aşağılığım, ufak tefek endişelerim, saçma sapan kaygılarım yok, daha beteri yok:
Ne yapacaklar benimle ve benden yadigar bunca şeyle?
Güzel değil böylesi, ama güzel olmadıkça pişmanlık da azalacak.


Dünyayı geziyorum, seyyah olmak istiyorum, aylak aylak dolaşmak.
Eceli kapısında bekleyen herkes heves eder böyle şeylere, kafayı cama duvara vurup kırmak, kollarını çırpa çırpa uçacağını sanmak, avara gezinmek, nasılsa yol çoktan kaybolmuş, kaybolabileceğini zannetmek,
Ölüm'ün önünde koşmak, onu geçtiğini sanmak,
seni asla yakalamayacağını ya da nerede saklandığını asla bulamayacağını sanmak.
Orada, olduğum yerde, hep olduğum yerde, artık olmayacağım, uzakta olacağım, uçsuz bucaksız meydanlarda saklanmış, bir delikte, kendime yalanlarımla, kıs kıs gülüşlerimle.
Gezip tozuyorum.
Çok meraklı havalardayım, yapmacıktan sararıp solmuş, dokunsan kırılacak genç bir adam pozları.


Bir yabancıyım. Kendimi koruyorum. Şartlar neyi gerektiriyorsa, onu oynuyorum.
Bir göreceksiniz beni, havaalanlarının bekleme salonlarında, kimselere çaktırmadan, nasıl da oynuyorum ama!
İstikbaldeki Ölüm ve ben, fani dünyaya elveda, dolaşıyoruz kol kola,
gece vakti hafif siz basmış ıssız sokaklarda yürüyoruz ve iyice ısınmaya başlıyoruz birbirimize.
Nasıl da şıkız, nasıl da havalıyız,
tatlı bir gizem de simiş üstümüze,
hiçbir şey çaktırmıyoruz
bekçiler, gece saygı duyuyorlar bize, onlar bile hayran kalıyorlar.
Bir şey yapmıyordum ki,
miş gibi yapıyordum sadece,
özlem duyuyordum.
Ülkeler keşfediyordum, kitaplardaki ülkeleri seviyorum, kitaplar okuyorum,
bazı hatıralar canlanıyor,
bazen sırf baştan başlamak için yolumdan sapıyorum,
bazen de,
ne olduğunu bilemeden, anlamadan,
kaçmak istiyorum her şeyden,
hiçbir şeyi, bir daha hiçbir şeyi tanımamak.
Hiçbir şeye inandığım yok.


Aynı yoldan, aynı manzaradan bir kez daha geçiyorum, bu defa tersten.
Her yeri, en çirkinini, en aptalını bile,
son kez gördüğümün farkına varmak istiyorum,
yanımda götürmek istiyormuşum gibi.
Geri dönüyorum ve bekliyorum.
Sesssiz sakin duracağım, artık, söz veriyorum, bela çıkarmak yok,
ağırbaşlı ve sessiz, kelimelerim bunlar.
Kaybediyorum. Kaybettim.
Toparlanıyorum, ziyarete geliyorum, buraya, her şeyi olduğu gibi bırakıyorum, bir son vermeye çalışıyorum, sonuçlara varmaya, uslu olmaya.
Elim kolum rahat duruyor artık. Gönlü ferahlatan imalarla dolu vecizeler dökülüyor ağzımdan.
Mest ediyorum kendimi.
Hiçbir şey, artık, bana kendi acım kadar keyif vermiyor.
Bazen de,
"son zamanlar" oluyordu,
kendimi gülümserken buluyorum, sanki fotoğraf çekiliyor da poz verir gibi.
Elden ele dolaşırken fotoğraf, parmaklar onu kirletmekten sakınır ya delil olacak izler bırakmaktan.
"Aynı böyleydi işte"
nasıl da yalan,
biraz düşünseniz siz de anlardınız,
nasıl da yalandı aslında,
rol yapıyordum, o kadar.


ANTOINE
(Louis'e)

Hayatındaki her şey, çok da farklı şeyler değil, 
o küçük hayatında,
seninki de küçük bir hayat, korkmana hiç gerek yok,
her şey çok da farklı değil,
sen istediğin kadar her şeyini çok farklıymış gibi göstermeye çalış,
ama öyle değil.

....

Burada kalmak istemiyorum.
Şimdi bana bir şeyler diyeceksin, 
konuşmak isteyeceksin
benim de seni dinlemem gerekecek, 
ama hiç dinleyesim yok.
İstemiyorum. Korkuyorum.
Sanki bana her şeyi anlatmaya mecbursunuz, 
hep, başından beri
oldum olası bana bir şeyler söylüyorsunuz ve ben hep dinlemeye mecburum. 
Bazıları hiçbir şey demez, konuşmaz, sadece dinlemek istiyor sanır herkes. 
ama ben aslında, haberin bile yok,
ben birilerine örnek olsun diye susuyordum. 


SUZANNE

Ne olurdu mutsuz olsaydım?
Ne olurdu, benim hakkım yok muydu mutsuz olmaya, üzgün olmaya?

ANTOINE

Beni aradınız mı bulursunuz,
uzun zaman kaybolduğum hiç olmadı,
hiç hatırlamıyorum kaybolduğumu, 
beni en nihayetinde, 
göz göze göre kaybettiğinize dair. 
Ben hep buralardayım, yanı başınızda, bulursunuz beni, elinizde koymuş gibi.


ANTOINE

Tamam, bir şeyim yok, üzgünüm, 
yorgunum biraz, neden bilmiyorum, hep yorgunum,
uzun zamandır, yorgun bir adam oldum,
çalışmaktan değil,
çalışmaktan yorgun düştüğünü sanır insan, ya da dertlerden paradan, ne bileyim,
ama değil,
yorgunum, neden bilmiyorum,
bugün hiç olmadığım kadar yorgunum. 

kötü bir niyetim yoktu,
nasıl dediydin sen?
"Kaba", kabalaşmak falan istemedim,
ben kaba bir adam değilim, siz öyle olduğumu hayal ediyorsunuz, bana bakmıyorsunuz bile, ama kaba bir adam olduğumu söyleyip duruyorsunuz ama öyle değilim, hiç olmadım.

sen öyle deyince, birden sanki senin, sanki herkesin,
neyse tamam, üzgünüm, iyiyim şimdi. 
sanki birden senin,
senin gözünde,
sanki herkesin,
Suzanne'in da,
hatta çocukların da gözünde kaba biriymişim, onlara kaba davranıyormuşum gibi geldi, sanki kötü bir adam olmakla suçlanıyormuşum gibi,
ama öyle bir şey yok,
kimse diyemez öyle şey.
Küçükken, onunla ben,
Louis, sen hatırlarsın, 
onunla ben, demişti ya o da, hep kavga ederdik,
ve hep ben kazanırdım, hep, çünkü ben daha güçlüydüm ya da bilmem, belki daha kalıplıydım,
ya da belki o,
hayır, belki değil, bundan, asıl bundan (ilk defa şimdi düşünüyorum, birden aklıma geldi)
çünkü o bırakırdı kavga etmeyi, bilerek kaybederdi, çok da iyi oynardı rolünü,
ne bileyim,
ne fark eder bu saatten sonra,
ama ben kaba değildim, o zaman da değildim,
kendimi korumam gerekiyordu, o kadar,
hepsi bu, hepsi kendimi korumak içindi.
Kimse beni bunun suçlayamaz. 


ANTOINE
(Hepsini yazacağım. Sanırım Louis'i burada kendime benzettim)

Sevilmediğini söylersin,
hep kulağımda, hep bunu duydum,
bunu söylemediğin tek bir an bile hatırlamıyorum hayatımda,
tek bir an bile yok, 
geri gidebildiğim kadar gidiyorum ama yok, bunu söylemekten vazgeçtiğine dair tek bir iz bile yok
-üstüne gelen oldu mu böyle susturursun hep-
sevilmediğini söylemekten vazgeçtiğin bir ana dair tek bir iz bile yok,
seni hiç sevmediklerini söylemekten,
kimsenin, seni hiç sevmediğini,
ve bundan acı çektiğini.
Çocuktun, daha o zamandan kulaklarımda, duyardım,
ve o zaman düşünürdüm de, neden bilmem, açıklamaya kalksam da beceremem, 
belki sahiden anlamıyordum bile,
ama düşünürdüm de, 
kanıt istesen, kanıtım yok.

-asıl diyeceğim ne biliyor musun, asıl demek istediğim; ve gerçekten hatırlıyorsan bunu asla inkar edemezsin,
sana asıl söylemek istediğim, 
senin hiçbir şeyin eksik olmadı, hiç, üzüntü denen şey sana bir kerecik dokunmadı bile.
Ne çirkinliğin, utancın adaletsizliğini, ne bunlar yüzünden aşağılanmanın tadını,
sen birini bile tanımadın, sen hep korundun onlardan-
düşünürüm de, 
o zaman, düşünürdüm de, 
belki de, ben gerçekten anlamıyordum ve beni aşan bir şeydi,
ve belki de, sen haksız değildin,
ve aslında, ötekiler, annemiz, babamız, ben,dünyanın geri kalanı,
sana karşı iyi değildik
ve senin canını yakıyorduk.
Beni inandırıyordun,
senin sevgiye aç olduğuna inanmıştım. 
Sana inanıyordum ve senin için üzülüyordum,
ve duyduğum o korku
-işte yine, her yerde, hep o, hep korku- 
seni kimsenin sevmediği korkusu, beni de kahreden o korku,
küçük kardeşler büyükleri ne yaparsa onu yaparlar ya, sanki buna mecburdurlar ya, ben de mutsuzdum, 
ve suçluydum üstelik,
yeteri kadar mutsuz olamadığım için suçluydum, zorla mutsuz olduğum için,
kendi başımayken, mutsuz olduğuma inanmadığım için.

Bazen, onlarla ben,
bazen ikisi, anne babamız, kendi aralarında, ama hep benim önümde, konuşurlardı bundan, 
sanki duydum mu beni de onlar kadar sorumlu kılacak bir sırrı açıklıyorlarmış gibi. 
Biz düşünüyorduk ki, ve birçok insan, şimdi aklıma geliyor da, birçok insan, erkekler, kadınlar,
bizi terk ettikten sonra birlikte yaşadıkların,
birçok insan da, onlar da aynı bizim gibi düşünmüş olmamlılar, 
senin haksız olmadığını düşünüyorduk,
o kadar çok söylüyordun ki, küfreder gibi, öyle bir haykırıyordun ki, doğru olmalıydı, 
düşünüyorduk ki, aslında demek ki, seni yeteri kadar sevmiyorduk
ya da en azından nasıl söyleyeceğimizi bilmiyorduk
(sana sevdiğimizi söylememek, o da aynı kapıya çıkar, seni sevdiğimizi sana yeteri kadar söyleyememek, bu seni yeteri kadar sevmemekle aynı kapıya çıkar)
Kolay dile gelmez böyle şeyler,
burada, hiçbir şey kolay dile gelmedi,
asla, itiraf edemiyorduk bir türlü,
ama bazı sözlerle, en gizli saklı, en göze batmayacak, bazı hareketlerle, 
gönlünü okşayacak hareketlerle, 
-bu da sana gülünç geliyordur, ama bir şey diyeyim mi, gülünçmüşüm değilmişim artık umurumda bile değil-
senin gönlünü hoş tutmak için,
birbirimize emirler veriyorduk, tembih ediyorduk, seninle daha yakından, daha çok ilgilenmeyi, 
sana göz kulak olmayı tembih ediyorduk birbirimize, 
ve seni sevdiğimizi, bir yolunu bulup sana göstermeyi,
farkına bile varamayacağın kadar çok sevdiğimizi.

Pes ettim.
Etmeliydim. 
Ben hep pes etmeye mecburdum. 
Artık, mühim değil, mühim değildi, ufak tefek şeyler bunlar
hem benim, benim öyle dermansız bir kedere saplandığım falan olmadı,
olsaydı keyfini çıkarırdım, 
olduğunu iddia edecek falan değilim,
ama şu aklımda bir an olsun çıkmıyor:
pes ediyordum, sana bırakıyordum her şeyi; ve anlayışlı olmak, hep bunu söyleyip durdular, hep anlayışlı olmak zorundaydım, daha az gürültü yapmak, senin canının istediğine olur demek, sesimi çıkarmamak
ve senin o bitmek bilmeyen kurtuluşunu izlemekten keyif almak zorundaydım. 

Herkes birbirini gözlüyordu, 
birbirimizi gözlüyorduk, bu sözde mutsuzluğun, günahını birbirimize atmak için fırsat kolluyorduk, 
senin o büyük mutsuzluğun gerçek falan değildi oysa, sahteydi,
benim gibi sen de biliyorsun,
ve onlar da biliyor,
ve bugün herkes biliyor, neler döndüğünü görüyor
(beraber yaşadıkların, erkekler, kadınlar, adım gibi eminim, 
onlar da bu üçkağıdın farkına varmışlardır, kesin varmışlardır)
o sahte mutsuzluğun, her zamanki halindi senin, her zamanki halin, hep de öyle olacaksın,
-artık istesen bile çıkarıp atamazsın o maskeyi, bir kere yapıştı, çıkaramazsın artık- 
her zamanki halin, kandırmak için
kendini korumak, kaçmak için.

Hiçbir şey acıtmadı senin canını,
yıllar sonra ancak anlıyorum bunu,
hiçbir şey senin canını yakmadı, 
senin canın yanmıyor
-yansaydı söylemezdin kimseye, biliyorum, kendimden biliyorum-
sen böyle cevap veriyorsun, o mutsuzluğunla, senin hep verdiğin cevap mutsuzluğun,
böyle durabiliyorsun herkesin karşısında, ama kimseyi sokmuyorsun içine.
Sen de busun işte, sen de böylesin,
herkes ayrı, bazıları bilmiş, bazıları saf havalarında dolanır, sen de yüzüne o mahzun maskeyi takıyorsun.
Sen bunu seçtin, işine de yaradı ve onu hep sakladın. 

Buradasın işte, karşımda,
biliyordum böyle olacağını, tek kelime etmeden beni suçlayacağını,
tek kelime etmeden beni suçlamak için karşımda dikileceğini,
ve senin için üzülüyorum, merhamet duyuyorum sana, eski bir kelime, olsun, merhamet duyuyorum.
ve korkuyorum, ve endişeleniyorum,
içimdeki öfkeye rağmen, başına kötü bir şey gelmemesini diliyorum
daha şimdiden pişmanım
(daha gitmedin bile)
sana bugün yaptığım kötülüğe kahrediyorum.

Buradasın,
boğuyorsun beni,
boğuyorsun bizi,
sana bakıyorum, şimdi, çocukken korktuğumdan daha fazla korkuyorum senin için;
ve kendime, kendimden pişman olmam için bir neden olmadığını söylüyorum,
kendimin, hayatımın güzel olduğunu, huzurlu olduğunu,
ama neredeyse salya sümük ağladığım için salağın teki olduğumu,
ama sen,
sessiz, hem de ne sessiz,
nasıl candan, melek gibi,
bekliyorsun, nasıl alev aldığımı hayal bile edemediğim o içinde yanan sonsuz kedere sımsıkı sarınmış, bekliyorsun.
Ben hiçbir şeyim,
benim hakkım yok,
ve sen bizi yine terk edince, sen beni bırakınca, daha da hiç olacağım,
olduğum yerde kalıp, söylediğim sözlere pişman olacağım,
neler çıktı ağzımdan, bir bir hatırlamaya çalışacağım,
daha da hiç,
hınçla baş başa kalacağım,
kendime duyduğum hınçla, baş başa.


LOUIS

Aklımdan avazım çıktığı kadar bağırmak geçiyor,
bütün vadiyi inletecek bir çığlık atmak,
kendime bu zevki yaşatmam gerek,
bir kere avazım çıktığı kadar bağırmam gerek,
ama yapamıyorum,
yapmadım.
Çakılların üstünde adımlarımın sesi, yola koyuluyorum.

İşte böyle boşvermeler, benim, asıl pişman olduğum.