27 Eylül 2019 Cuma

Benim filmlerim, benim kitaplarım, benim dizilerim

Uzun süredir yapmak istediğim bir şeyi yaparak sevdiğim filmlerden ve kitaplardan bahsetmek istiyorum. Tabii ki o kadar çok seçeneğim vardı ki, hangisini yazmalıyım karar veremedim ancak yine de izlerken kendimi bulduğum, kendime bir karaktere ya da anlatılan hikayeye yakın hissettiğim film ve kitapları sizler için derlemeye çalıştım.

Tüm bunları yapmak yani bir insanın sizlere sevdiği filmleri, kitapları paylaşması kendini size açması demektir. Ben de sevdiğim filmleri ve kitapları sizlerle paylaşarak bunu yapıyorum. Kendimi açıyorum. Kim bilir belki de beni anlamanız için ya da daha iyi anlaşılmak için..

FİLM 

1-) OSLO, 31 AĞUSTOS
Beni tanıyan herkesin bildiği gibi en sevdiğim film, kesinlikle bu film. Bağımlı Anders'in intihar etmeden önceki son gününü anlatan bu filmde, belki de bu filmi izleyen çoğu insan gibi kendi hayatıma, kendi hislerime yakın bir hikaye bulduğum ve karakterle kendimi özdeştirdiğimi söyleyebilirim. Bir şekilde bağımlılığının ardından kendisine yeni hayat kurabilmek her şeye yeniden başlayabilmek isteyen Anders, eski hayatına geri döndüğü zaman aradığı motivasyonu, ilgiyi, şefkati, huzuru göremeyip tam aksine insanlarla kendisi arasında görünmeyen müthiş bir duvarı fark edip, insanların o sahteliği, kendilerini avutma çabalarının farkında olmasını görmesiyle belki de artık sabah uyanmak için aradığı motivasyonu, enerjiyi ve herhangi bir güçlü duyguyu hissedememesi ile ölmeyi tercih ediyor. "Kimsenin bana ihtiyacı yok gerçekten" dediği bir cümleyi sizlerle bırakıyorum. Beni her hatırlamak istediğinizde bu filmi izleyiniz! 


2- LE FEU FOLLET 
Listenin ilk sırasındaki "Oslo 31 Ağustos" adlı filmin uyarlandığı kitaptan uyarlanan bu film hayatımın filmlerinde ikinci sırada yer alıyor. Beni en iyi anlattığını düşündüğüm kitabı hiç okuyamayacak olmak beni üzse de en azından bu filmleri izlediğim için mutluyum. Filmin ana karakterimiz olan Alain, dünyaya ve o dünyadaki insanlara temas edemeyen, dokunamayan, sahtenin ve gösterişin ardındaki yalnız ve gösterişten uzak bir insandır. Hayattan zevk almayan, hayatı hissedemeyen ve bu yüzden hayata karışabilmek insanlara da dokunamayan Alain, en sonunda kendini öldürmeyi tercih eder. Etrafındaki kadınlardan biri onu "seni en büyük düşmanınla baş başa bırakıyorum, kendinle" diyerek terk etmiş. Bir kadın da "sen korkak değil, mutsuzsun" diyerek onu tanımlamıştır. "kendimi öldürüyorum çünkü beni sevmediniz. çünkü sizleri sevmedim. çünkü bağlarımız çok gevşekti. bağlarımız güçlensin diye kendimi öldürüyorum. sizi silinmez bir lekeyle baş başa bırakıyorum." hem filmi hem hayatı en iyi özetleyen replikler sanırım. 

3- SHAME
Bu filmi izlediğim dönemde müthiş bir yakınlık kurmuştum. Seks bağımlısı bir erkeği anlatması bile belki de bu filmin bu listede olması için bir nedendi ama filmin anlattıkları gerçekten bu filmin burada olmasını zorunlu kıldı. Modern hayat olarak adlandırılan kandırmacanın arasında sıkışmış olan kahramanımız, bu yapaylıktan sahtelikten sıkılır ve gerçek bir şey bulamaz. Maneviyat olarak kendisini çok yalnız ve kimsesiz hissetmektedir. Bu hislerini sadece belki de düşünmemek belki de kim olduğunu unutmak için sadece sevişerek, seks yaparak giderebiliyor. Ve aslında bu da onun hayatta kalma çabasıyken, bir süre sonra müthiş bir utanca dönüşüyor. "seni mide bulandırıcı buluyorum. seni acınası buluyorum." cümlesini bile kendisine söylenmiş olarak algılayıp, irkilip, kendine gelmesi bile bu filmle yakınlık kurmamla alakalı..

4-) CANDY
Bir amatör şair ve güzeller güzeli bir ressam. Her şey çok güzel başlıyor. Cennet, burası. Ama daha sonra işler kötüye gitmeye başlıyor. İlişkinin en başındaki o insanlar gidiyor, yerlerini birbirlerini sevmelerine rağmen anlaşamayan, iletişim kuramayan ve kavga edip duran, birbirinden uzaklaşan çifte dönüşüyorlar. İşte bu da yeryüzü. Ve Candy yani ressam olan güzeller güzeli kadın kendisini yıpratan bu ilişkinin ve tabii ki uyuşturucunun izleri yüzünden kendini rehabilitasyon merkezinde buluyor. Şairimiz ise bir daha onunla olamayacağının bilincinde olarak, onu ve onunla birlikte geçirdiği güzel günleri düşünmek zorunda kalıyor. İşte burası da cehennem. Tabii ki tam olarak film böyle değil, arada uyuşturucu vs. başka olaylar da var. Ancak ben olaya böyle bakmak istedim. ''amacım candy'nin hayatını mahvetmek değildi, ben sadece kendiminkini kurtarmaya çalışıyordum..'' cümlesi bazı şeyleri o kadar güzel anlatıyor ki..

5- LOVE
Evet herkesin hayatının filmi vardır. Sanırım benim hayatımın filmi de bu. Aslında bu filmi izlerken böyle bir ilişki yaşamamıştım ancak daha sonra yaşadığım bir ilişkinin ardından bu filmin bendeki yeri daha da büyüdü, daha da çok sevdim. Bilemiyorum belki de hayatımın filminin olmasının nedeni benzer bir ilişki yaşamış olmam olabilir. Ya da filmdeki Murpy karakterine belki de listedeki çoğu filmin karakteri gibi kendime benzetmiş olmamdır diye düşünüyorum. Öncelikle bence bir ilişkiyi çok güzel ele aldığını, aşkı da, tutkuyu da, kıskançlığı, kavgayı, bir ilişkide olabilecek her şeyi çok güzel anlattığını söyleyebilirim. Kaybettiği kadını hatırlamasını ve onun artık sadece anılardan ibaret olması falan müthiş etkileyici. Etkilenmiştim. Aynı zamanda erotizmi bu kadar güzel barındırmasını çok kıskanmıştım. Aynı hayat gibi, ne fazla ne eksik! Sadece daha estetik... 

6- BLUE VALENTINE
Hayatımda izlediğim en gerçek aşk filmi. Baskıcı bir ailede yaşayan ve belki de bu yüzden özgürlüğe farklı anlamlar yükleyerek hatalı ilişkiler yaşayan güzel bir kadın bir gün kendi hayatıyla herhangi ortak noktası olmayan tamamen tesadüf eseri bir yabancıyla tanışır. Müzik yapmak isteyen, potansiyelli olan bu serseri kıza ilk görüşte aşık olur ve kadının da kendisini sevmesini bir şekilde sağlar. Kadın bir şekilde hayatına girmek isteyen bu adama karşılık vermeden edemez. Üstelik kadın hamiledir ama adam bunu sorun etmez, çocuğu doğurmasını ve ona bakacağını söyler. Kadınla evlenir. Kendi hayatından vazgeçer ve bir anda kendini hiç planlamadığı bir şekilde birinin kocası bir çocuğun babası olarak bulur. Ancak bundan şikayet etmez. Ama filmin kopuk kopuk anlattığı hikayede görürüz ki, bu çift zamanla iletişim kuramaz, kadın en ufak olayda erkeğe yüklenir ve erkek anlık öfkelerinin yarattığı öfke patlamaları dışında kadının hayatında kalabilmek için çabalar. Ama kadın, artık bu durumdan, belki de yaşadığı bu hayattan çok sıkılmıştır. Ve kadın, adamı terk eder. Adam ise belki de yaptığı bu kadar fedakarlığın, sevgisinin, uğruna değiştirdiği hayatın altında ezilerek, devam etmek ister. "Nasıl biri olmamı istiyorsan o olurum", "en kötü günümde yanımda olacağına söz vermiştin. Bunu sen demiştin. Ve bu benim kötü günüm" diyerek içinde bulunduğu durumu anlamasını ister. Ama ne yaparsa, ne ederse artık bu ilişkiyi kurtaramayacaktır.

7 - LA LA LAND
Müzikal filmleri sevmem. Nedendir bilinmez ama sevmem. Daha gerçek hikayeler, daha hayattan hikayeler hoşuma gider. Ancak bu filmi çok sevdim. Ryan Gossling belki de bu yüzden sinemadaki avatarım olabilecek en yakın isim, her ne kadar onun kadar yakışıklı olmasam da. Yine müzik en büyük tutkusu olan büyük potansiyelli bir karakteri oynuyor ve hayatına bir kadın girdiğinde de kendi prensiplerinden vazgeçip sırf onun hayalleri için ona hak ettiğini düşündüğü bir hayat için kendi hayatından vazgeçiyor. Ancak kadın daha sonra oyuncu olabilmek adına adamı terk ediyor. Filmin sonunda adam kendi yapmak istediği yapıp yalnız bir şekilde, kadın ise bir başkasıyla evli ve oyuncu olmayı başarmış ancak müthiş bir mutsuzluk içinde. Her ikisinin de birbirini görüp selam vermeleri müthiş..

8- BUFFALO 66 
Vincent Gallo! Müthiş bir adam. Bu filmin yönetmenliğini, senaristliğini ve başrolünü üstleniyor. Bir diğer filmi olan "The Brown Bunny" filmini de seçebilirdim. Oradaki karakteri de çok kendime benzetmiş ve filmi de sevmiştim. Orada bir yolculukta olan adamı anlatıyordu. Eski sevgilisini arıyordu. Daha sonra anlıyorduk ki sevgilisinin kendisini aldattığını düşünmüş ama meğerse ona tecavüz etmişler. Ve filmin son sahnesinde ölen sevgilisinin kendisine oral seks yapmasıyla film bitiyordu. Çok az diyalog vardı. Sevmiştim. Ama bu filmi tercih ettim. Buradaki karakterimiz hapishaneden çıkar ve tesadüfen bir kadından yardım ister. Ailesine olmadığı biriymiş gibi gözükmek istiyordur, buna yardımcı olmasını ister. Hikaye böyle başlar. Film boyunca onaylanma ve sevilmeye ihtiyacı olduğunu fark ettiğimiz karakterin ailesini tanıdıkça onun hissettiği yetersizlik ve beceriksizlik hissini anlamamız mümkün olur. Ancak rastgele tanıdığı bu kadın, öfkeli-kızgın ve dengesiz tavırları için bir başka yol olduğunu ona söyleyecektir. Belki de onun yanında ilk kez kendimi sevilmiş, tamamlanmış hissediyordur.

9- MAKAS ELLER
Tim Burton'un en iyi iki filminden biri olduğunu düşündüğüm bu filmi, listenin genel havasından kurtarması için eklediğimi söyleyebilirim. Yönetmenin kendi otobiyografisini adeta Kafka'nın Dönüşüm kitabı gibi müthiş bir yaratıcılıkla anlattığı bu filmi ilk izlediğimden beri kendime yakın buldum ve çok sevdim. Kaldı ki o zaman ortaokul öğrencisiydim. İnsan olmayan ana karakterimizi insanlardan uzak duran, asosyal biri olarak hayal edelim. Eğer bunu yaparsanız filme bakış açınız değişecek. En azından benim için öyle olmuştu. Tutunamayanlar'da Selim Işık neyse, yazarlardan Kafka neyse bu film ve bu karakter o'dur benim için. Ya onlar gibi olursun ya da böyle olur. Tam bu filmdeki gibi!

10- TAXI DRIVER
Bu filmi seviyorum. Travis belki de çoğu insan gibi benden izler taşıyan, ona dönüşmemek ve onun gibi olmamak adına kendi içinde yer yer savaşlar verdiğim bir karakter. Neyini seviyorum pek bilmiyorum ama bütün olarak sevdiğimi söyleyebilirim. Filmdeki duygu aşina olduğum bir duygu, belki de budur. Aynı zamanda Travis gibi yalnızdım hayatımda. Yalnızlık beni her yerde izlemişti. Her şeyin sorumlusu da bu yalnızlık hissi değil mi zaten? Ah Travis, ah kendim..

Hayatımda en çok sevdiğim olan FIGHT CLUB, Aydın karakteriyle birnevi ister istemez kendimi daha doğrusu ileride olmak istediğim insanı gördüğüm KIŞ UYKUSU, çok sevdiğim Xavier Dolan'ın en sevdiğim filmi olan MOMMY ve beni anlattığını düşündüğüm ALT TARAFI DÜNYANIN SONU, ortaokulda izledikten sonra çok sevdiğim filmlerin başında gelen MASUMİYET, kendime yakın bulduğum ve başrol oyuncusunu çok sevdiğim YERALTI ve bu iki filmin bir iki tık altında sevdiğim KADER filmi, çok sevdiğim THE DREAMERS, Türk sinemasının en iyi filmi olduğunu düşündüğüm SEVMEK ZAMANI ya da Türk sinemasında en çok sevdiğim film olan HER ŞEY ÇOK GÜZEL OLACAK, çocukluğumda oyunculuk hevesini kursağıma sokan Fatih Akın'ın filmi DUVARA KARŞI, en sevdiğim romanlardan bir tanesi olan Çavdar Tarlası Çocukları'ndan uyarlandığını düşündüğüm aslında sinema anlamında kötü olsa da çok sevdiğim kendi hayatıma çok yakın bulduğum, baba çatışması, kardeşine olan düşkünlüğü ve hayatındaki kadına olan bakışıyla benzer noktalarımız olan REMEMBER ME filmi, benim sanatsal anlamdaki gelgitlerimin daha ilerisini anlatan BIRDMAN filminin ya da belki de kendisini değersiz hissetme konusunda yakınlık kurduğum ANGEL-A filmi bu listede olabilirdi. Özellikle Bergman ya da Godard'ın tüm filmleri. Ya da çoğu film. Ama bunları yazdım!

KİTAP
1-) TUTUNAMAYANLAR (Oğuz Atay)
2-) YABANCI (Albert Camus)
3-) BULANTI (Jean-Paul Sartre)
4-) HUZURSUZLUĞUN KİTABI (Fernando Pessoa)
5-) YERALTINDAN NOTLAR (Dostoyevski)
6-) DÖNÜŞÜM (Kafka)
7-) AYLAK ADAM (Yusuf Atılgan)
8-) TIKANMA (Chuck Palahniuk)
9-) BEYAZ GECELER (Dostoyevski)
10-) İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN (Sabahattin Ali)
Ekstra: Genç Werther'in Acıları (Goethe), Lüzumsuz Adam (Sait Faik), Çavdar Tarlasında Çocuklar (Salinger)

Öte yandan sevdiğim bazı yazarlar: Rimbaud, Charles Baudelaire, Turgut Uyar, Cahit Zarifoğlu, Furuğ Ferruhzad, Henry Miller, Cioran, Kierkegaard.(Daha milyonlarca var neredeyse ama yazarken canım sıkıldı)
*Dostoyevski gelmiş geçmiş gelebilecek en büyük yazar olduğu için tüm kitaplarını çok beğenirim. Onun dışında en sevdiğim yazarlar Oğuz Atay, Camus, Kafka ve Pessoa'dır. Rimbaud ve Sartre için Fransızca öğrenmek istemiştim. Emrah Serbes'in nitelik veya entelektüel kaygısına girmem sadece severim. Mahir Ünsal Eriş, Ali Lidar, Barış Bıçakçı, Hakan Günday severim. Orhan Pamuk'a pek inanmam ama Kara Kitap diye bir şey var.

DİZİ
1-) Californication 
2-) Six Feet Under
3-) BoJack Horseman


12 Eylül 2019 Perşembe

İzli-Yorum (1: Midsommar, Why are we Creative, Euphoria, Sharp Object, The Kidergarten Teacher, Uçurtmayı Vurmasınlar, Teyzem, Sweet Smell of Success)

Belli aralıklarla izlediğim filmleri ve dizileri burada yorumlayacağım.


Midsommar: Hereditary filminin yönetmeni Ari Aster'ın ikinci filmi olan bu filmi için sinema salonuna koşarak izledim. Sevenin de sevmeyenin de çok olduğu bu filmi merak ediyordum. Ben bu filmi seven tarafta olduğumu söyleyebilirim. Korkudan ziyade izleyende oluşturduğu huzursuzluğu daha çok sevdim. Çok fazla detay olduğunu ve çok fazla göndermelerin var olduğunu söyleyebilirim. Sevişme sahnesi (ağlama) gibi çok etkileyici ve çok sevdiğim sahneler vardı. Sinemada izlediğim için çok mutlu oldum. Lady Macbeth rolünde müthiş iş çıkaran Florence Pugh bir kez daha büyülüyor. (8/10)

Sharp Objects: Bir roman uyarlaması olan ve başrolünde Amy Adams gibi müthişliği barındıran bu diziyi hem sevdiğimi hem de sevmediğimi söyleyebilirim. Öncelikle 8 bölümlük bu dizinin, yine zaman zaman müthiş bir sıkıcılığa dönüştüğünü, uzadıkça uzadığını, yavaş ve ağır temposunun hiçbir şey vermediğini söylemek mümkün. Küçük ve kendi halinde işlenen bir cinayet üzerinden ilerleyen diğer yapımlardaki klişeleri içinde barındıran, bazı karakterlerinin karakterden daha ziyade klişe tip olduğunu görmek dizinin eksilerinden biri. Hikayenin içine girmek biraz zor ama bunu başarırsanız merak ettiren, tüm sıkıcılığına rağmen sizi geren, "ne olacak acaba?" diye soru sormanıza yol açacak bir dizi. Olan her şey son iki bölümde oluyor. Sürpriz finali benim adıma pek sürpriz olmadı. Çekimleri, kurgusu ise oldukça iyi. (7/10)

The Kidergarten Teacher:
 Bu filmi aslında bir festivalde izlemiştim ve iyi film olup olmadığıyla ilgili çok kararsız kalmıştım. Geçenlerde televizyonda denk gelince Ferya ile izlerken daha dikkatli olmaya çalıştım. Öncelikle Maggie Gyllenhaal müthiş bir oyuncu ve bu filmde de oldukça etkileyici hatta kusursuz. Yetenek ve yetenek üzerinden toplum eleştirisi olduğu kadar, insanın olduğu kişiden tatmin olmayıp, olduğu kişi olmak istememesi gibi bazı konuları da ele aldığını düşündüğüm ancak yine de senaryodaki bazı tutarsızlıklar, gerçek dışı olarak algıladığım bazı durumlar ve filmin yaşadığı kopukluklarla çok da iyi film olmadığını düşündüğüm kötü olmayan bir film. Maggie'nin oyunculuğunu, final sahnesini ve çocuk oyuncunun performansını çok sevdiğimi söyleyebilirim. (7/10)

Uçurtmayi Vurmasinlar:
 Her ne kadar filmin yönetmeni Tunç Başaran'ın şimdilerde filmin politik olmadığını söyleyerek hepimizi düşünmeye ittiği bu politik filmini televizyonda denk gelince Ferya ile bir kez daha izledim. Oldukça basit bir konunun ve senaryonun ürünü olan bu film yine de insanın duygularına dokunan çok sevdiğim ve Türkiye sineması için yönetmenine rağmen çok önemli, çok iyi bir film olduğunu düşünüyorum. Herhalde "İnci" kelimesi bu kadar güzel telaffuz edilemez. Çocukken izlediğim duygularla hatta daha yoğun bir şekilde izlemem filmi daha önemli kıldı. Filmin sonunda Ferya'nın ağladığını söyleyeyim. Ben çok seviyorum bu filmi evet. (9/10)

Teyzem: Çok sıkı bir Müjde Ar hayranı olarak, bu filmi çok sevdiğimi söyleyebilirim. Ve Ferya ile televizyonda denk gelince onun da izlemesini istedim. Oldukça iç karartıcı bir film. Bunu bu kadar iyi yapabildiği için de oldukça iyi film. Kendisine yazılan kaderi kabul etmeyen, kendi kaderini kendi yazmak isteyen bir kadının hikayesi. Türkiye sinemasının en güzel işlerinden biri olan bu filmde Müjde Ar başta olmak üzere Yaşar Alptekin hariç tüm oyunculuklar o kadar iyidir ki.. En sevdiğim yerli filmlerden bir tanesidir. (8/10)

Sweet Smell of Success: İzmir'deki film gecelerimizin birinde Özge'nin önerisiyle izlediğimiz 1957 yapımlı bu filmi oldukça başarılı bulup, sevdiğimi söyleyebilirim. Dönemini düşündüğümüzde filmin görüntülerinin oldukça iyi olduğunu hatta dönemini hiçe saydığımızda bile filmin görüntülerini çok başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Oldukça başarılı senaryo, çok iyi diyaloglar, kuvvetli çatışma, güçlü karakterler ve zamanın ruhunu çok iyi yansıtabilmiş bir film. Filme eşlik eden caz müziğinin de büyüsü de filmin artılarından bir tanesi. Gazetecilik okuyan hatta iletişim fakültesinde eğitim alan herkesin izlemesi gerektiğini düşünüyorum. Medya eleştirisi çok iyi ve çok yüksek. Yozlaşmış dünyaları konu alan çok başarılı bulduğum ve sevdiğim siyah beyaz olmasıyla da etkilendiğim film. (7/10)

Euphoria: Zendaya'nın başrolünde olduğu 8 bölümden oluşan bu diziyi Ferya kadar sevmemiş olsam da beğendiğimi söyleyebilirim. Kendi içimde bulunduğum jenerasyonu çok iyi tanıyan ve bizim neslin sorunlarını iyi ele alan bir dizi. Uyuşturucu, seks, sosyal medya, ilişkiler gibi birçok kavram hakkında iyi bir izlenim veriyor. Ancak dizinin bölümleri bana göre oldukça gereksiz uzun ve çoğu zaman sıkıcı olabiliyor. Ancak duygu geçişlerini ve hikayedeki (sahnenin) duygularını çok iyi yansıtmışlar. Ses ile müzik kullanımı oldukça güçlü, oldukça etkileyici. Özellikle 8. bölümün bu anlamda müthiş bir iş olduğunu düşünüyorum. Görsel anlamda da baya başarılı. Renk kullanımı da özellikle. (7/10)

Why Are We Creative: Kız arkadaşım Ferya'nın izlemek istemesiyle Bein Connect üzerinden izlediğim bu belgeselde, "neden yaratıcıyız?" adlı soruya ünlü isimlerin verdiği cevapları görüyoruz. Bu sorunun kesin bir yanıtı olmadığını düşünürsek, farklı alanlarda, farklı hayatlar yaşayan farklı ama başarılı olmuş insanların bu soruyu ele alma biçimleri ve bu bağlantıda verdikleri yanıtları duymak hoşuma gitti. Ben bu soruya "başka bir şey elimden gelmediği için ve hayatıma devam edebilmek" gibi klişe cevaplarla yanıt verirdim diye düşünüyorum. (8/10)