Uzun bir zaman, kısa bir süre önceye kadar hep insanın kendine olan saygısından bahsedip durdum. Her zaman insanın öz saygısı olması gerektiğini ve herhangi bir davranışta ahlaki, dini ya da etik kavramlardan önce bunu esas alarak davranması gerektiğini söyledim. Ama şimdi baktığımda kendi öz saygımı kaybettiğimi görüyorum. Sanki uzun bir süredir korumaya çalıştığım bu şeyi kaybettim. Şimdi ne yapacağım, nasıl toparlayacağım, nasıl düzelecek bilmiyorum. Bildiğim herhangi bir şey olmamasına karşılık, ilk defa bir şey bilememek bu kadar canımı acıtıyor.
Çok kısa bir zaman önce herkesi tanıdığımı düşünüyordum. Ya da hayatımda çok insanın var olduğundan emindim. Ama şimdi sanki hiç kimseyi tanımıyormuşum gibi hissedip, aslında ne kadar yalnız olduğunu fark ediyorum. Ve bu iki ayrı düşüncelerim arasındaki zaman o kadar kısa ki, bu hızlıca geçişe anlam veremiyorum. Ne oldu da böyle yalnız kaldım, tercih edilmiş bir yalnızlığım aslında nasıl gerçek bir yalnızlığa dönüştü, anlamadım.
Uyumsuz biri olduğumu kabul ediyorum ama uyumlu olabilmek için o kadar çaba gösteriyorum ki, her yatağa girdiğimde kendimi müthiş bir derecede yorgun hissediyorum. Bir başkasına benzemek kolaydır ama başkalarına benzemek gerçekten müthiş bir dikkat, çaba ve özen gerektirir. Bu da beni yoran bir şey. Ancak tabii ki, zaman zaman ne kadar saklamak istersem isteyeyim bir yerden belli ediyorum uyumsuzluğumu. Sobelenmiş bir çocuk gibi hayıflanıyor, içten içe üzülüyorum. Ama yapacak bir şeyin olmadığının farkındayım. Oyun (hayat) bu.
Hayatımı farklı çevrelerde (entelektüel, muhafazakar, kıroyum ama para bende, muhafazakar zengin, sığ ama farkında değil vs) yaşayan biri olarak söylüyorum ki, aslında herkes birbirine benzeyen birilerini arıyor. Karşısındaki, kendisine benzesin istiyor. Eğer kendisi gibi değilse ya bunu yapacak ya da ötekileştirecek. Herkes birbirine benzemeli yoksa bu çark işlemez. Hepimiz, kendi tarikatlarımızı kurduk ve içinden çıkmak istemiyoruz. Hepimiz, kendi şehrimizin peygamberi olduğumuzu düşünüyoruz. Ama sanırım benim ne bağlı olduğum bir tarikat (grup, çevre vs) ne de peygamberi olabileceğim bir şehir. Bir şekilde yabancı oluveriyorum. Neredeysem oraya ait olmadığım anlaşılıyor. Çocukken misafirliğe gittiği evde oyuna alınmamış gibi, “beni de aranıza lan” diyesim geliyor. Ama biliyorum bunu desem beni oyuna almak yerine “lan dememelisin” diyecekler. Bana nasihat verip, ne yapmam gerektiğini söyleyecekler. O yüzden hiçbir şey demeden, tüm eğretiliğim ve yabancılığımla izliyorum olup bitenleri. Şimdi ne olamamakla suçlanacağım diyerek, cezamın kesilmesini bekliyorum.
Ben 15 yaşımda yazmaya başladım. 16 yaşımda ilk paramı kazandım. 17 yaşımda kitabım çıktı. Sonra hayranı olduğum insanlarla tanıştım, başka işler de yaptım. Denedim, yenildim ve daha iyi deneyip, daha iyi yenildim. Ve tüm bunların ardından tabii ki zaman geçti. Artık büyüdüm. Şimdi potansiyelimi kaybettiğimi görüyorum. Ne iyi bir film çekebileceğime inanıyorum ne de kelimeleri özenle seçip, etkileyici cümleler yazabileceğime. İşin garibi artık konuşurken bile söylediklerimin herhangi bir öneminin olmadığını düşünüp susmak istiyorum. Ama yüzümde hissettiğim o bakışlar, bir şekilde konuşmamı sağlıyor. Ve ben anlatacağım bir şeyi, karşımdaki insanın anlamayacağını düşünerek daha uzun bir şekilde anlatıyorum. İşte son dönemde sürekli yaşanan bu durumdan o kadar nefret ediyorum ki, anlatamam. Hiçbir şeyi anlatamasam keşke.
Bilmiyorum. Daha sığ biri olmamın beni daha çok mutlu edeceğini biliyorum ama öyle olacağım mutluluk, benim gerçekten isteyeceğim bir şey mi? Ondan emin değilim. Ben sığ olmak istemiyorum. Kendimi anlık hazların, anlık mutlulukların, aslında herhangi bir değeri olmayan pahalı bir şeylerin peşinde bulmak istemiyorum. Herhangi bir şeyi araştırmak, okuyup öğrenmek yerine 140 karakterden bildiğimi sanmak istemiyorum. Ben instagram fotoğrafları kadar sahte, hiçbir zaman gerçek bir proje olmayacak olsa bile yapılmış maketler kadar içi boş olmak istemiyorum. Bu yüzden mutluluk Tanrı’sına inanmaktansa, bir süredir daha yoğun ve fazla hissettiğim bu mutsuzluk denen kaderime razı olmak istiyorum. Ama zaman zaman mutluluk Tanrı’sına inanmak da gelmiyor değil içimden. Sırf bu yüzden, diğer müritleri gibi ejderhalı diziler izlemek, bir ünlünün son klibi hakkında konuşmak, çok satanlardaki kişisel gelişim denilen bir kitabı okumak, Netflix dizisi izleyerek kendimi kültürlü sanmak, kahveleri bilmeyi herhangi bir yazar ve onun eserini bilmeye tercih etmek istiyorum. Dövmelerim olsun, sakalım daha gür çıksın, küpelerim olsun tek kulağımda bile. Böylelikle alternatif ya da karşı kültür olarak başlayan her şeyi popüler kültürün bir parçası olmasını sağlamış topluluğun üyesi olabilirim, öyle değil mi? İnandığı Tanrı için camiye giden kalabalık gibi inandığı mutluluk tanrısı için bunları yapan insanlar. Ama ben mutsuzluğa inanıyorum işte. O yüzdendir bu yalnızlığım. Biliyorum.
Megaloman olmakla bile suçlandım. Megalomaniye sahip insan denildi. Megalomani yani büyüklük sanrısına sahip miyim? İnanın bilmiyorum. Düşünüyorum, eğer öyleysem kendimi daha iyi, daha özgüvenli, daha mutlu hissetmem gerekmez mi? Ama işte kendi kendimi sorgulamaktan, bir başkasının beni cezalandırmasına izin vermiyorum. Hal böyleyken nasıl kendimi öyle görebilirim? Ya da bana bunları deme hakkını, cesaretini kendisinde görenlere kim olduklarını hatırlatmaktan kaçındım. Eğer dedikleri gibi olsam, onlara kim olduğunu hatırlatırdım ve onlar da bana bunları söyleyebilecek yüzü kendilerinde bulamazlardı. Ama kıyamadım. Gerçi Allah’tan bana bunları dile getiren insanlar, düşüncelerini ya da fikirlerini önemseyeceğim insan değiller. Nicelik olarak belki ama nitelik olarak asla ciddiye alamam onları. Çünkü sığ, riyakar, konformist, bilgisiz, kültürsüz ve oldukça boşlar. Ama yine de onların bozuk saat gibi, haklı olabileceklerini düşünmek bile benim açımdan büyük bir yıkıma dönüşebiliyor. Ya öyleysem? Oysa yapabildiğim, becerebildiğim hiçbir şey yok. Megaloman olmakla suçlanıyorum ama megaloman olmayı bile beceremiyorum. İşte beni kahreden de bu.
Sevilmediğimi ve asla sevilmeyeceğimi düşünüyorum. Kendimi bir süredir o kadar sevmiyorum ki, bu düşünce beynimi adeta yavaş yavaş sardı ve şimdi tüm hücrelerimi ele geçirdi. Sevilmem için insanlara verebileceğim herhangi bir şey yok. Ya da kendi kendimi sevebilmem için tek bir nedenim bile yok. Peki diğer insanlar nasıl kendilerini sevebiliyor? Anlamıyorum. Yanlışlarını, hatalarını, pişmanlıklarını, zaaflarını, zayıflıklarını ve kötü yanlarını bildiğin kendini nasıl sevebilirsin? İşte ben sevemiyorum. Bazı günler uyandığında aynaya bakıp, “bugün giderin var” demek, kendini bazı anlarda iyi ya da güzel bulmak dışında kendimi sevmiyor hatta sevilmeyeceğimi düşünüyorum.
En büyük hatalarımdan birinin, insanlarla aramdaki samimiyeti ayarlamamak olduğunu söyleyebilirim. Hayatıma girmeyi bir şekilde başarmış, duvarımı yıkabildiğim herkese güveniyor ve bu güvenim yüzümden kendimi açıyorum. Ancak şimdi bunun bir hata olduğunu düşünüyorum. Çünkü insanlarla samimi oldukça söylediğin şeylerin değeri azalıyor, kayboluyor. Bu dengeyi nasıl koruyabileceğimi asla bilmedim. Bir kadın olsaydım, karşımdaki insan benimle istediği an sevişebileceği hissini hissedebilirdi. Çünkü duvarımı yıktıktan sonra korunmasız, herhangi bir darbeye müsaittim. Benim vursam gol olacağı her pozisyonda kıyamadığım insanlar ilk kontratakta gol atıp, maçı kazandılar sırf bu yüzden. Ben de onlara güvenip, kendimi açmakla kaldım. Değerim düştü önce, sonra hayatlarından düştüm. Çok hızlı oldu.
Bence benim için en büyük yıkım şu oldu. Hayatımdaki hiçbir insanın, beni kaybetmekten korkmadığını görmek. Sanki her insanın hayatında olmayı ben istemişim, zorla girmişim gibi davranmaları o kadar rahatsız etmeye başladı ki, artık üzülmek dışında öfkelenmeye başladım. Bir insanın, sizden bu kadar kolay vazgeçebileceğini görmek gerçekten çok üzücü. Herhangi bir değerinizin olmadığını, önemsiz olduğunuzu ya da yerini dolduracak birinin çoktan bulunduğunu gösteriyor. Gerçi artık kimse, kimse için çabalamak, uğraşmak yerine vazgeçip diğerine geçebiliyor. Tıpkı evine alacağı bir eşya ya da kıyafetine uyumlu olması için koluna takacağı bir çanta gibi. Ya neyse.
Kendimi bildim bileli hep potansiyelli bir çocuk olduğumu duydum. Hayatımdaki herkes hemen hemen iyi şeyler yapacağımdan, iyi yerlere geleceğimden, başarılı olacağımdan emindi. Ama artık çocuk değilim. Ve bir şey yapamadım. Yaptıklarım iyi olmadı ya da ben de başarılı olamadım. Üstelik artık potansiyelimi de kaybetmeye başladım. Potansiyelli bir çocuk olmadığım gibi potansiyelini kullanamamış biri olmama çok az kaldı. Bekleneni verememek, bana inananları hayal kırıklığına uğratmak adeta imzam oldu. Ve bu imza adıma öyle ağırlık yapar oldu ki, artık ismimin önüne geçti. Adımdan daha çok, bu imzamla anılır oldum. Ve artık adım gibi, ben de bu imzamı kaldıramıyorum. Hayal kırıklığı olmak istememiştim. Özür dilerim. Ama en çok da o potansiyelli çocuktan. Hiçbir şeyi beceremedim. Düşlediğin gibi yapamadım. Ve kafandaki gibi biri olmaktan çok uzağım.