24 Nisan 2018 Salı

FASO FİSO (20. yaşın faso fiso'ları)

Çocukluk...
Henüz 4-5 yaşlarındayım. Çoğu zaman olduğu gibi yine hastanedeyim, annemle kafeteryasında oturmuş tost yerken, adamın biri geliyor. Takım elbiseli, iyi giyinmiş, çok şık, "merhaba" diyor. Anneme bir kart uzatıyor. "Ben yapımcıyım, oğlunuzu yeni başlayacak dizinizde oynatmak isterim" Annem teşekkür ediyor, kartı alıyor. Daha sonra adam gidiyor, mutluyum. Anneme bakıp, "ben şimdi oyuncu mu olacağım?" diye soruyorum, "hayır" diyor, "sen okuyacaksın." Kartı alıp yırtıyor, o kadar çok üzülüyorum ki, ağlayacak gibi oluyorum ama dışarıda ağlamaktan utandığım için ağlamıyorum. İşte o an karar veriyorum, oyuncu olmaya.

Oyuncu olmaya karar verdiğim için televizyonda izlediğim ne varsa o sahneleri taklit etmeye başlıyorum. Hoşuma gidiyor bu. En çok Sadri Alışık olmayı seviyorum, onu nedenini anlamadığım şekilde çok seviyorum. Bana çok üzücü geliyor, her seferinde böyle kaybetmesi ama kaybederken mutlu olması. Gülşen Bubikoğlu'na aşığım. Müjde Ar'ı çok güzel buluyorum, ikisi gibi bir kadınla evlenmek istiyorum. Gülşen Bubikoğlu ile Tarık Akan'ın oynadığı "Ah Nerede?" en sevdiğim filmlerin başında geliyor, çatıya çıkıp "Zehra beni sevdiğini söyle" demesini taklit edip duruyorum. Sevdiği kız uğruna çatıdan atlaması bana çok delikanlıca geliyor. Kızım olursa ileride, adını Zehra koymak istityorum. Bir de İbrahim Tatlıses filmlerinde İbrahim Tatlıses olmayı çok seviyorum. Bana komik geliyor. Hülya Avşar'ı çok güzel buluyorum ve ikisinin sevgili olmayı başarabilmesini hiç anlam veremiyorum. Sonra 1999-2000 yılında henüz 4-5 yaşındayken ilk defa sinemaya gidiyorum. Tarzan oynuyor. Büyüleniyorum adeta. O an yaşadığım heyecanı, ilk kez Ali Sami Yen'e ve Türk Telekom Arena'ya gittiğim zaman yaşamıştım. Hatırlıyorum.

Bülent Korkmaz'ın UEFA finalindeki "değil omzumun çıkması, kopsaydı oynamaya devam ederdim" demecini her denk gelişimde mutlu oluyorum. Böyle bir tutkuya hayran kalmamak elde değil. Tüm ailem Galatasaraylı ama ben Bülent Korkmaz'ın bu cümlesinden sonra artık kesin Galatasaraylı oluyorum. Sonra düşünmeye başlıyorum, futbolcu olmak istediğime karar veriyorum. Galatasaray forması giyeceğim, futbolcu olacağım, Fenerbahçe'ye gol atıp formanın armasını öpüp ağlayacağım. Hatta önemli bir maçın uzatma dakikasında gol atarak, takımımı şampiyon yapacağım. Sakat sakat oynamaya devam edeceğim. Tüm bunları düşünmek, beni mutlu ediyor.

Kendimi futbola veriyorum. Penaltı oluyor ve her zaman topun başında ben varım. Ya Popescu gibi gol yapıp, takımımı sevindireceğim ya da Baggio gibi penaltıyı kaçıracağım. Ama her ikisini düşünmek beni mutlu ediyor. Sonuçta penaltıyı kullanan benim, bu hoşuma gidiyor.

Şarkıcı olmayı düşünüyorum bir yandan. Kalabalığın önünde şarkı söylemek, onların şarkılarıma eşlik etmesi, magazin haberlerinde kendimi görmem çok hoşuma gidiyor. Ama ben Teoman gibi olmak istiyorum. Çünkü o biraz farklı, şarkılarını pek anlamıyorum o yaşta ama bana çok güzel geliyor. Onu kıskanıyorum. Her zaman yanında güzel kadınlar oluyor, iyi veya bir başka gibi gözükmek istemiyor, kameralara küfür ediyor, orta parmak kaldırıyor. Ben de böyle biri olmak istiyorum. Ama anneme söylemiyorum. Çünkü annem onu serseri, sarhoş, ahlaksız görüyor.

Büyüyorum biraz daha. Babam Kadıköy'de çalıştığı için her eve gelişine filmler alıyor, o filmleri izliyorum. Film izlemek ve bilgisayar oynamak dışında bir şey yapmıyorum. Futbolu da çok seviyorum ama annem hasta olurum diye yollamıyor. Babamın getirdiği filmlerin hepsini izliyorum, baya birikiyor filmler, hepsini 1-2 kez izliyorum en az ve sevdiğim sahneleri taklit ediyorum.

Birazcık büyümek...
Sinemada ve televizyonda gördüğüm her kadına aşık olmaya başlıyorum daha sonra. Güzelliği, yaşı, rolünün büyüklüğü küçüklüğü hiçbir şeyi önemsemiyorum. Ekranda gördüğüm birine aşık olmam için bir şey yapmasına gerek yok. Büyüyünce böyle bir kadınla evlenmek istiyorum.

Ortaokulda gayet iyiyim. Derslerimde çok başarılıyım, tüm öğretmenlerim beni seviyor, 84 alırsam tüm sınıf şaşırıyor. Hem başarılı bir öğrenci olduğum için hem de annem okul aile birliği başkanı olduğu için lakabım "süt çocuğu" ama çok takılmıyorum. Benden büyük kızlar bile benimle sevgili olmak istiyor acayip havalıyım. Kadınlarla aram çok iyi ama erkekler bana kıl, hepsine fırsat verseler beni dövecekler. Zaten kavga etmeyi bilmeyen, zayıf, incecik, kısa boylu biriyim çok önemsemiyorum.

Anneannemlerde kalıyorum sık sık. Onlar Bağdat caddesinde oturuyor. Oraya gittiğimde, oradaki çocuklar beni aralarına almıyor onlardan değilim diye. Evime geri döndüğümde arkadaşlarım, beni çok kibar buluyorlar, tıpkı cadde piçleri gibiymişim. Nereye gitsem arada kalıyorum, bir türlü uyum sağlayamıyorum.

Bazı arkadaşlarım yabancı şarkıcıları ve şarkıları dinliyor. Annem de bana gençliğinde yabancı şarkılara ve şarkıcılara hayran olduğunu söylüyor çok şey yapmıyorum. Babam müzik dinlemediği için ondan beslenemiyorum. Ama ben yabancı şarkılara biraz soğuk bakıyorum çünkü sözlerini anlayamıyorum. Sözlerini anladığım ama saçma bulduğum şarkıları da hiç sevmiyorum.

Kitap okurken biraz zorluk yaşıyorum. Okuduğum sayfayı okurken, bir sonraki sayfayı merak edip ileriye doğru göz gezdiriyorum ve daha sonra okuyor olduğum sayfaya dönünce, daha uzun zamana yayılıyor kitap okuma sürecim. Daha sonra bu olay, hemen hemen yaptığım her işte karşıma çıkmaya başlıyor. Ne yapsam, canım sıkılıyor, başka bir işle ilgilenmek istiyorum. Kitap okuyorsam, bir yandan müzik açık oluyor. Sadece kitap okumuş olmayayım istiyorum gibi.

Herkes benim başarılı biri olacağımdan emin. Çekirdek ailem, geniş ailem, akrabalar, tanıdıklar, öğretmenlerim, okuldaki öğrenciler, okul müdürü, ailemin arkadaşları, mahalle, Üsküdar İlçe Eğitim hepsi ve her şey. İnsanların o güvenini hissediyorum ama içten içe gerginlik yaratıyor bu bende. Herkes bir şey olacağımdan emin, ne olacağım konusunda belirsizlik sürüyor. Ama en çok annem, annem benim iyi yerlere geleceğime o kadar çok inanıyor ki, her halinden belli.

Hem anne hem baba tarafında tek erkek çocuk benim. Bu yüzden, kadınlarla ilişkim her zaman iyi. Onlara nasıl yaklaşmam gerektiğini çok iyi biliyorum. Erkekler ise aramı bir türlü düzeltemiyorum, hepsi bana kıl. Ben de sınıftaki güçlü arkadaşlarıma (okulun en güçlüleriydi) para vererek, beni korumalarını istiyorum.

Sınıf arkadaşlarım "31" denen bir şeyden bahsediyor, ayıp bir şey konuşulduğu için bana anlatmıyorlar önce. Daha sonra onları ikna ediyorum, zaten sınıfta sözüm geçtiği için anlatmak zorunda kalıyorlar. Şeylerini, ellerine alıp ovuşturuyorlarmış. "31 kez sayıyorsun" diyorlar. Sabun kullanınca daha iyi oluyor diyor biri. Şaşırıyorum.

Hemen ardında bir sevgilim oluyor, benden bir yaş büyük, okulun en güzel kızlarından biri. Son sınıfa gidiyor, liseye gidecek seneye. Bana öpüşmeyi falan öğretiyor, sonra ben ona "31" olayından bahsediyorum. Bilip bilmediğini soruyorum. Bildiğini söylüyor. O günün sonunda işte ben, mastürbasyondan önce seks yapmış bir adam oluyorum. Sınıfta buna kimse inanmıyor, herkes yalan söylediğimi düşünüyor. Bu mesele, neden yalan söyleyecek bir şey olsun hiç anlamıyorum. Ama yaptığımız şey çok hoşuma gidiyor, erkek olduğumu düşünüyorum.

Futbolcu olamadığım için çok üzülüyorum. Şarkıcı olamayacağımı bilmek de üzücü. Oyunculuk kalıyor geriye. Ama bir arkadaşımın yazar ol deme önerisini ciddiye alıyorum ve bir şeyler yazmaya başlıyorum. Yazmak dediğim ise okuduğum kitaplardan esinlenerek hatta araklayarak yazdığım şeyler. Mutlu oluyorum yazdıkça. Bir de bir fikir beliriyor kafamda. Doktorlar dizisinde Aslan karakterinde kendimi görüyorum ve plastik cerrah olmak istiyorum.

Yavaş yavaş yaklaşıyor yaklaşmakta olan...
Sekizinci sınıfa doğru ben artık iyi çocuk olmaktan sıkılıyorum. Çok sıkıcı geliyor bana. Süt çocukları densin istenmiyorum benim için. Derslere ilgisiz kalıyorum, ders anlatırken hocalar ben hep başka bir şeyleri düşünüyorum, başka bir şeyle ilgileniyorum. Süt çocuğu olmadığımı göstermek için en arka sıralara oturuyorum, çok konuşuyorum, okuldan kaçıyorum, internet kafelere gidip counter oynuyoruz.

O sırada bir film izliyorum, Fight Club diye. Ne olduğunu anlayamıyorum. Marla Singer denen kadına aşık oluyorum, Tyler Durden olmak istediğim insan. Sınıftaki herkese o filmi öneriyorum, izlesinler de konuşalım. O filmin son sahnesinde yaşadığım mutluluğu ve heyecanı, bir kez daha yaşamak için nelerimi vermezdim...

Filmler izlemeye başlıyorum. Sosyal medya daha ülkemizde yeni ama benim MSN, Yonja dahil her yerde hesabım var. Sosyal medyada bazı insanlarla tanışıyorum, her şeyi biliyorlarmış gibi geliyor. Filmler paylaşıyorlar onları izliyorum. Artık isminin nasıl okunduğunu bilemediğim yönetmenler ve filmlerin hayranıyım. Ama etrafımda bu filmleri ve yönetmenleri bilen olmadığı için telaffuz etmeme gerek kalmıyor ve ben nasıl okunduklarını bilmiyorum.

Annem korku filmlerini çok seviyor ama ben hiç sevmiyorum, çok korkuyorum. (Yıllar sonra Can abi sayesinde korku filmlerini sevecek olmama bozulacak ama olsun) Bir de annem o sıralarda yabancı dizi izliyor. O dönem bu kadar yaygın değil, hatta hiç yaygın değil. Ben ise o kadar yabancı dizisinin arasından sadece Supernatural'i çok seviyorum ve Jennifer Love Hewitt denen kadına aşık oluyorum.

Babam beni zorla Kuran kursuna göndermeye çalışıyor, kendi babası ve annesinin etkisiyle. Gıcık oluyorum, resmen zorluyor. Babam kendisinin isteği olmayınca sorun ediyor ama ben kendi isteklerimi yapmak istiyorum. Bayramdan bayrama camiye giden ve ailesini gerikafalı bulan babamın beni zorla camiye göndermesine kıl oluyorum. En sonunda baskılara dayanamayıp kabul ediyorum ama ilk günün ardından camiye diye çıkıp, internete kafeye gidiyorum.

Sinemaya gitmeye başlıyorum o dönem. Bir arkadaşımla aynı dershaneye gidiyoruz, ama aslında hiç gitmiyoruz. Birlikte sinemaya gidiyoruz her seferine. En sonunda para verdiğimiz dershane ailemizi arıyor ikimizin de, yakalanıyoruz. Dershane diyor ki, "paranıza yazık, çocuğunuzu alın buradan" Daha sonra babam benimle konuşuyor, "okumak istemiyorsan söyle" diyor. "Okumak istiyorum ama sinemaya gitmeyi daha çok istiyorum" diye cevap veriyorum, sonra dershane hayatım bitiyor.

Kırılma noktası... 
8. sınıfta her şey gayet iyi. Okulda artık eskisi kadar başarılı değilim, annem kardeşim doğduğu için okula çok fazla gelmiyor ama halen okulun en popüler öğrencisiyim. Kızlar, en yakın arkadaşlarına benim için küsüyorlar. Ben ise çok sıkılıyorum bu durumdan. Öğretmenlerim ise düşen notlarımdan biraz sitemkar. Benimle konuşuyorlar, sadece sınıfın değil, okulun ve mahallenin en büyük umudu olduğumu söylüyorlar. Üzerimde acayip bir baskı hissediyorum.

Annem beni seviyor, beni gerçekten çok seviyor. Benim bir şey olmamı istiyor. Avukat, doktor ya da bunun gibi iyi meslek sahibi olmamı istiyor, tek gayesi bu. Üzerimde o kadar baskı yaratıyor ki bu, ne yapacağımı bilemiyorum. Onu hayal kırıklığına uğratmaktan korkuyorum. Etrafımdaki herkes, benim büyük adam olacağımı düşünüyor tek bilemedikleri ne olarak büyük adam olacağım konusunda.

Bir tek babam, benimle ilgili tereddütleri olan adam. Ne yapsam onu tatmin edemiyorum. 95 aldığım sınavda 5 puanın neden kırıldığını söyleyip beni üzüyor. Onun gibi olamayacağım için üzülmeye başlıyorum çünkü babam her işi yapabilen bir adam, çalışmayı seven birisi. Ben ise çalışmak yerine tembelliği seven birisiyim. Bıraksalar hiçbir şey yapmadan, yerimden dahi kalkmadan hayatımı devam ettiririm.

Bu sıralar babamın işleri kötüye gidiyor hatta iflas ediyor. Ben ise anneannemlerde kalmaya başlıyorum, kardeşimle. Babamla durduk yere, hiçbir sebep yokken kavga etmeye başlıyoruz. Beni sevdiğini biliyorum, ben de onu seviyorum ama anlaşamıyoruz işte. Babamın işinin kötü gitmesinde kendimi suçluyorum.

Kendimi o kadar kötü hissediyorum ki, çareyi belki de bundan sonra hayatımda her zaman bulacağım gibi kadınlarda arıyorum. Tüm eski kız arkadaşlarımla görüşüyorum, onlarla birlikte oluyorum ama sevgili olmak istediklerinde kaçamak cevaplar veriyorum ya da olmaz diyorum. Çünkü kendime hayrım yok benim, o kadar kötü hissediyorum ki kendimi, bir başkasına vakit ayıramayacağımı biliyorum.

Sonra üniversite sınavına giriyorum. Aldığım puan hayal kırıklığı oluyor, benden umudu olan herkes şaşkın. Daha fazlasını bekliyorlardı benden, farkındayım. Çok bozuluyorum, çok üzülüyorum. Baggio'nun penaltı kaçırdığı an hissettiği şeyleri hissettiğini düşünüyorum ama ne yapabilirim? Elimden bir şey gelmeyeceğinin çaresizliğini yaşıyorum.

Sonra o dönem her şey için kendimi suçluyorum. Etrafımda olan her kötü şeyde benim varlığımın nedeni var. Hayal kırıklığının ta kendisi olmuşum. İşte bu sırada Dostoyevski ile tanışıyorum. Yetmiyor, Oğuz Atay ile tanışıyorum. Selim Işık hayatta en sevdiğim insanların başında geliyor artık. Pessoa okuyorum daha sonra ve o benim kahramanlarımdan biri oluyor.

Annem beni bir okula yazdıracağını söylüyor, biraz sitem ediyor. Daha iyi bir okul kazanamadığımı ama ortaokuldaki arkadaşlarımın buraya gittiğini söylüyor. Çaresiz kabul ediyorum, annemin benim hayatımı yönlendirmesine her zaman olduğu gibi kabul ediyorum. Sonuçta kıyafetlerimi kendi zevkiyle alan hala o.

Çok düşünüyorum bugünlerde, her şeyi bok ettiğim düşüncesi aklımdan çıkmıyor. Sonra bir bayram sabahı uyanıyorum, ensem o kadar çok ağrıyor ki, kafamı kaldıramıyorum. Ölüyorum, yanıyorum sıcaktan. Bir baş ağrısı, ama öyle bir şey yok. Babam inanmıyor, o hastaneye gitmeyen bir adam olduğu için çok şey yapmıyor. Teyzemin ısrarı üzerine annem taksiyle beni götürüyor ve menenjit olduğumu öğreniyorum.

Biraz sıkıntılı günler 
Menenjit olduğumu öğrenince annem ağlamaya başlıyor. Babamı arıyor, teyzemi arıyor. Etrafımda kim varsa ağlıyor. Doktor bana hastalığımı anlatıyor. Tedavimin mümkün olduğunu ancak hasar bırakabileceğini çünkü bunun bir beyin hastalığı olduğunu tane tane anlatıyor. Babam geliyor, en sakin gözüken o. Benimle konuşuyor, istiyorsam imza atacağını ve tedavi olabileceğimi söylüyor. Annem istiyor diye araya giriyor, ben babama bakıyorum. Doktora soruyorum, 'ne olabilir?' Bana bakıp, beynimde bir hasar bırakabileceğini söylüyor. Sakat kalabileceğimi ya da ölebileceğimi söylüyor. Bu seçenekler arasında ölmek bana mantıklı geliyor. İmzamı atıyorum, babam da atıyor.

Tedavi sürecim başlıyor. Üç dört kişi beni tutuyor, kıpırdamamam gerektiğini çünkü kıpırdamam durumunda iğnenin yanlış bir yere gelmesi beni felç bırakırmış. Tedirgin oluyorum. İğneyi vuruyorlar, çok canım yanıyor ama erkek gibi gözükmek istiyorum, ağlamıyorum. Odaya yatırıyorlar.

Odadayken, canım çok yanıyor. Serum veriyorlar, ilaç veriyorlar, bana salak salak sorular sorup bilincimi kontrol ediyorlar. Bazı hemşireler, serum yerine bileğimden ilaç veriyorlar. O zaman yerimde duramıyorum, canım o kadar çok yanıyor ki, pencereden atlamak istiyorum. Kutsal su yemiş iblis gibi bas bas bağırıyorum.

Hastanede kalırken, o kadar çok kitap okuyup, o kadar film izliyorum ki bir anda bunlar bana iyi geliyor. Doktorum gelip beni tebrik ediyor. Genelde menenjit en ufak zararı bile beyinde büyük hasar bırakırken, benim sağlıklı oluşum ona ilginç gelmiş, onu şaşırtmış.

Bir süre sonra hastaneden çıkıyorum. Kimseye bahsetmiyorum ama halen kafamda bazı şeyleri kontrol edemediğimi görüyorum. Beynim ile vücudum arasında zaman zaman iletişimsizlik oluyor. Yani bazı anlar, (özellikle vücudumun bir çok işlevini aynı anda yapması gerektiğinde) vücuduma söz geçiremiyorum.

Onur Ünlü'nün Beş Şehir adlı filmi var. Onu izliyorum. Daha sonra o filmin, Ahmet Rıfat Sungar'ın canlandırdığı şair karakterini çok seviyorum. Onun masa sahnesini o kadar çok seviyorum ki anlatamam. O sahneyi izledikten sonra filmci olmaya karar veriyorum. Oyuncu, yazar ya da yönetmen ona karar vermiyorum ama filmle ilgili bir şey olmak istiyorum.

Beni olmak istediğim kişi olmaya iten... 
Hastanede kaldığımdan dolayı geç başlıyorum liseye. Ben okula ilk gittiğim zaman herkes birbirini tanımış, kaynaşmış bile. Daha ilk günden baya sıkıntı çekiyorum. Son geldiğim için bana mesafeli insanlar. Asıl sıkıntı şu ki, ortaokuldaki özgüvenimi kendimde göremiyorum. Bu yüzden hiç kimseyle konuşmuyorum.

Raporum var okula gitmiyorum ama evde sıkılıyorum. Eski okulumu ziyaret ediyorum. Kuzenim (kız) nöbetçi okulun kapısında görevli. Ben öğretmenlerimi, eski arkadaşlarımı görüyorum selamlaşıyorum. Daha sonra bir bakıyorum eski kız arkadaşım. Yani her ikimizin sevgilisi olurdu ama biz birlikte olurduk. Görüyorum onu, karnını tutuyor. "Hasta mısın?" diye soruyorum, "evet" diyor "karnım ağrıyor." Yanına yaklaşıp, "regl misin?" diye soruyorum. "Hayır" diyor. Seviniyorum. Kameranın olmadığı bir yerin olup olmadığını soruyorum, var diyor. Boş bir sınıfa götürüyor beni. Daha sonra onu öpmeye başlıyorum. En arka sıraya duvara doğru götürüyorum, öpüşerek. Orta kümenin en arkasındayız, öpüyorum. Okul eteğini katlamış dokunurken onu fark ediyorum, külotlu çorabını indiriyorum, daha sonra en arkadaki sıraya yatırıyorum. Seks yapmaya başlıyoruz. Herkes derste, biz ise sevişiyoruz. Daha sonra müdür yardımcısının sesini duyuyorum, "nöbetçi" diye bağırıyor. Kuzenim "efendim hocam" diye cevap veriyor. Daha sonra panik oluyoruz, ben ağzına boşalıyorum. Toparlandıktan sonra yavaşça adımlar atıp kapıyı aralayarak bakıyorum, boş bir anda sınıftan çıkıyorum. O ise arkamdan "beklesene piç" diye bağırıyor. Onu bekliyorum, o çıkınca koridorda onu öpüp okuldan çıkıyorum. Hayatımın en heyecan verici anlarından biri oluyor. O kıza bir daha hiç ulaşamıyorum, yaşayıp yaşamadığından emin bile değilim...

Liseyi hiç sevemiyorum. Çok geniş bir yelpazesi var. Ümraniye'de oturan kendisini jiletleyen keko bir çocuk da var, Bu Tarz Benim tarzı yarışma programlarında yarışan kadınlar gibi öğrenciler de. Tam bir kavram kargaşası.

Nasıl davranmam gerektiğini bilemiyorum, çok konuşmamayı seçiyorum. Derslere ilgi gösteremiyorum. Daha sonra bakıyorum üstünlük kurmuş birileri var, birilerini ezmeye çalışıyor. Hemen tarafımı belli ediyorum, ezilen tarafın yanındayım. Sonra bana kafa tutuyorlar, boyum kısacık ve çok zayıfım, öleceğim zayıflıktan. Pes etmiyorum, kafa tutuyorum. Daha sonra kavga ediyoruz ve kavganın sonunda onlarla yakın arkadaş oluyorum.

Lisede bambaşka biri olmaya çalışıyorum. Özellikle sınıfta, herkes bana o kadar çok gülüyor ki bundan keyif alıyorum. Adeta hayali bir karakter yaratıyorum. Joker gibiyim ama Heath Ledger'in Joker'i gibi. Öğretmenler beni seviyorlar ve benimle ilgili sıkıntıları yok ama bana özenen çocuklar yüzünden beni de susturmak zorunda kalıyorlar. Öğretmenler bile benim şakalarıma gülüyor. Bir öğretmenimiz var, geometri hocası. Dört küme var sınıfta. Soldaki kümeyi tamamen boş bırakıyor ve orada ben oturuyorum. Koskoca kümede tek başımayım. Diğer kümelerde arkadaşlarım 3-4 kişi oturuyor. Kadın ağlıyor, "yeter ki sus orada ne yapıyorsan yap tek başına" diyor. Üzülüyorum ama olduğum kişiyi ne kadar başarılı canlandırdığım için mutluyum.

Tüm okul beni tanıyor. Müdür yardımcısı beni övüyor, çok zeki olduğumdan bahsediyor. Bu boyla tüm bunları yapabildiğimi aklı almıyor. Tek sıkıntısı çok konuşmam ve derslere olan ilgisizliğim. Bir de ben hepsini biliyorum havası varmış bende, öyle söylüyor. Okulda tören öncesi benim adımı söyleyip, "duydun mu?" diyor herkesin içinde her seferinde. Tüm okul beni tanıyor ama ben çok utanıyorum.

Lisede çok güzel kadınlar var, instagram o kadar yaygın olmadığı için o dönem, henüz fenomen değiller. Hepsine aşığım. Birine falan değil hepsine aşığım. Ama onlardan uzak durup onları gözlemliyorum. İşte yazar olmak ve sinemaya yönelmek tamamen bu kadınlar üzerinden kafamda kesinlik kazanıyor. Onlarla olabilmek adına sinemaya yöneliyorum, artık kesin kararlıyım.

Editörüm ama kazandığım para çok komik
Editörlüğe başlıyorum. Daha önce facebook sayfalarında admin'lik denilen, facebook sayfalarını yönetmeyi sürdürüyorum. Hatta şu an pek çok tanınan Halit Söyletmez ile oradan tanışıyorum. O facebook sayfalarından sıkılıp, blog yazıları yazmaya başlıyorum. Futbol yazıları. Sonra bir sayfa beğeniyor, Galatasaray sayfası. Şart koşuyorum, yazdığım yazıların altına adımı yazarım. Yazıyorum ve tanınmaya başlıyorum, nedensizce yazılarım paylaşılıyor. Daha sonra Galatasaray Gazetesi beni istiyor, daha büyük ve daha resmi bir yer. Oraya gidiyorum. Orada yazılar yazıyorum.

Bir arkadaşımla maça gidiyoruz, minibüse bindik, Abdi İpekçi'ye gidebilmek için. Sonra biri diğer arkadaşlarına yazı okuyor. "Çocuk ne yazmış be" diyor sonunda. Sonra arkadaşım bana bakıyor ve gülüyor. Çünkü ben o yazıyı, onun yanında aynı minibüsün içinde yazdım. Minibüsten kalkıyorum, arkamı dönüyorum. "Abi" diyorum, "o yazıyı ben yazdım" Adam öyle bir bakıyor ki bana, küçücük çocuğun o yazıyı yazdığına mı inanmıyor yoksa o küçük çocuğun kendisini bu kadar gaza getirebileceğine mi inanmıyor bilemiyorum. "Çok güzel yazmışsın" diyor bana, tanışıyoruz. Sonra yerime oturuyorum.

O zamanlar yaşımı 18 yaşından büyük olduğumu söylememi istiyorlar, öyle söylüyorum ama aslında 15-16 yaşındayım. İsteyenler oluyor beni. Bir gazete bile teklif yapıyor, yaşımı öğrendikten sonra vazgeçiyorlar. Bir televizyon programı var NTV Spor'da. Onlar arıyor beni. Bir kadın ile şapkalı kısa boylu futbol romantiği bir abinin sunduğu. Beni programa davet ediyorlar. Kabul ediyorum. Sonra yaşımı söylüyorum ve sorun olur mu? diye soruyorum. O zaman bunun sorun olacağını söylüyor telefondaki sunucu kadın. Ben de teşekkür ediyorum. 23 Nisan özel programı için gelebileceğimi söylüyor ama ona da ben yokum. Daha sonra program bitiyor zaten.

Editörlükten para kazanmaya başlıyorum ama o kadar çok komik bir para ki bu anlatamam. Ailemden aldığım bu parayı, bir günde harcıyorum zaten. Ama çalışıp kazandığım para ay sonunda şimdi bu. Yine de güzel geliyor, mutlu oluyorum. Babam bana kızdığı zaman bilgisayar başında olduğum için bunu söyleyebiliyorum yani. Ama editörlük yaparken bile sıkıntı oluyor. Arkadaşlarımla anlaşamıyorum. Girmemem gerektiklerini söyledikleri haberler oluyor, bana ters geliyor. Ben satın alınmam yani. Para veriyorsunuz diye her istediğinizi yapamam. Kıdemi benimle aynı olan arkadaşlar var, yeni işe başlayanları azarlıyorlar falan. Daha sonra ben bunlara kızıyorum, çocukların hakkını yedirtmem diye. Sonra arkamdan konuşmuşlar meğer, beni işimden attırmak istiyorlarmış. Sinirleniyorum. Daha sonra bana lakap takıyorlar, adım Balotelli oluyor. Seviyorum bu lakabı. Tam benlik bir lakap çünkü.

Sonra işte şike olayları patlıyor, futboldan soğuyorum. Çok iyi yere geldiğimi düşünüyorum, sıfırdan başlayıp tüm futbol medyasını tanıdığım an kendimi geriye çekiyorum. İşlerden ayrılıyorum, bir daha futbol yazmıyorum, baya takipçisi olan twitter hesabımı kapatıp, artık futbol yazmayacağım bir hesap açıyorum. Bana göre değil çünkü. Birilerinin adamı olman gerekiyor, insanlara yağ çekmen gerekiyor bana ters geliyor bu. Benim işi öğrettiğim arkadaşlarım yüksek yerlerde devam ederken, ben tek başıma evde oturmuş filmler izliyorum.

Futbolcu olamadığımı düşünürsek, tanıdığım sporcuların ardından taraftarlık kısmını geriye çekiyorum kendimde. Yine Galatasaray'ı çok seviyorum, maç izlerken çok sinirli biri olup, maçın ardından ağlayabiliyorum. Ama yine de maçlara gitmek daha doğrusu holiganlığa varacak kısmı bitiriyorum kendimde. Takımımda gördüğüm yeteneksiz veya zekasız sporcuları, sanki hakkımı elimden almışlar gibi hiç sevmiyorum, nefret ediyorum onlardan. Sporcu kadınları güzel buluyorum sadece ama o kadar. Onlarla birlikte olmalıyım bu yüzden bunu başarabilecek bir iş yapmalıyım diye düşünüyorum. Aklıma yine çocukken televizyonda gördüğüm kadınlarla evlenmek isteğim geliyor ve hemen karar veriyorum. Sinema yapmalıyım.

Krizi fırsata çevirmek...
Okul ile ilgili sıkıntılarım devam ediyor. Okulla aram hiç yok. Anneme beni okuldan almasını başka bir okula vermesini söylüyorum. Dinlemiyor. Çok ısrar ediyorum en sonunda tamam diye geçiştiriyor beni ama okulda kalmaya devam ediyorum. Okula zar zor gidiyorum. Okuldaki salak buluyorum çünkü. Gösteriş budalası insanlardan haz etmiyorum.

Ortaokuldan hiç kimseyle görüşmüyorum, liseden 1-2 arkadaşımla devam ediyorum hayatıma. Hayatımda değişiklik yapmalıyım, istediğim kişi olabilmek adına. Çok kitap okuyorum, çok film izliyorum. Annem, "bu kadar çok okuma" diyor. Ben okuyorum. Onlardan aldığım paraları filmlere, kitaplara veriyorum. Onlar kızıyor, yemek için ya da kıyafet için harcamam gerekiyormuş. Babam ise o paraları bunlara vereceğine biriktir, bir gün lazım olur diyor. Çok şey yapmıyorum.

İlk sene devamsızlıktan dolayı kaldım sınıfta. Sınıf tekrarı yaptım yani. İkinci sene ise dört tane zayıfım geliyor. Dördü de sayısal dersler. Matematik, geometri, fizik ve kimya. Allah'tan biyolojinin sözel kısmı var da rahatım. Edebiyat 5, Dil Anlatım ortalamam 100 ama sayısal derslerden dolayı kalacağım resmen. Kimya hocası beni 44,25'de bırakmış. Hocaya gidiyorum 0,25 puan verirse sınıfı geçeceğimi söylüyorum ve ikinci senem olduğunu. Kabul etmiyor. Ben de çok şey yapmıyorum. Yazın kurtarma sınavları oluyor, onlara gitmiyorum. Ve lise hayatım bitiyor.

Annem ağlıyor, babam ilk defa otoriter tavrından ödün veriyor, çok üzgün. Benim büyük biri olacağımı düşünen herkes, büyük hayal kırıklığına uğramış. Annemin tarafını hayal kırıklığına uğrattığım için üzülüyorum, beni onlar büyüttü çünkü. Bana umut dolu bakan gözler, artık yerini hayal kırıklığına bırakıyor.

O kadar kötü hissediyorum ki kendimi, ağlamıyorum ya da bir tepki vermiyorum. Ama kötüyüm yani. İntiharı düşünüyorum, ölsem diyorum. Sonra bir şekilde vazgeçiyorum ya da yemiyor. Filmlere veriyorum kendimi, kitaplara veriyorum. Pessoa ile bu anda tanışıyoruz, ondan sonra onu hiç bırakmıyorum. Selim Işık'a dönüşüyorum adeta.

Sonra editörlük resmen işim oluyor, asgari ücret kazandığım yerlerde yazıyorum. Spor siteleri, dergiler falan ne olursa. Buradan para alıyorum, sonra açıktan liseye okumaya karar veriyorum. Paramı kazanırken, asıl isteğim ve hedefim olan yazarlık için hikayeler yazmaya başlıyorum. Sonra Mert Okkaoğlu sayesinde kitabım çıkıyor.

17 yaşıma geldiğim zaman blog'umdaki yazılarımdan bir kitabım çıkıyor. Babam, kitabımın bu yaşta çıkmasına karşı. Çünkü yazılarımı okuduğunu ve nitelikli bulmadığını söylüyor. Çok şey yapmıyorum. En sonunda kitabım çıkıyor, seviniyorum. Çünkü bu kitabın benim için anlamı büyük. Bu kitapla birlikte hangi yolda yürümek istediğimi gösteriyorum insanlara. Kaybettiğim özgürlüğümü geri kazanıyorum aslında.

Dönüşü olmayan bir yolculuk...
Kitabımın çıktıktan sonra kendimi geliştirmeye çalışıyorum. O kadar çok kitap okuyup, o kadar çok film izliyorum ki, hayatımda verdiğim her örnek -özellikle filmlerden- ya kitaplardan ya da filmlerden olmaya başlıyor. Farkında olmadan kitaplardan alıntılar yapıp, filmlerdeki sahneleri taklit etmeye, hayranı olduğum yönetmenlerin/yazarların cümlelerini söylemeye başlıyorum.

Asıl korkunç olan, insanlara nasıl tepkiler vereceğimi bilememeye başlıyorum. Adeta unutuyorum insanlarla iletişim kurmayı ve onlarla iletişimim filmlerde gördüğüm kadarıyla olmaya başlıyor. Filmlerden gördüklerimi söylüyor, yapıyor ve yaşıyorum. Herkese aynı tepkileri verip, aynı şeyleri yazıp, aynı şeyleri söylemeye başlıyorum. Daha fazlasında zorlanıyorum.

O kadar çok içime kapanıyorum ki, liseden görüştüğüm 1-2 arkadaşımla buluşmadan önce hazırlık yapıp öyle yanlarına gidiyorum. Hazırlık yapmamın nedeni de, benim olduğumu düşündükleri komik/havalı çocuk olabileyim.

Bu sırada uykusuzluk başlıyor. Hayatım boyunca yaşadığım uykusuzluk sorunu daha büyük bir hal alıyor. Uyumam zorlaşıyor. İstediğim gibi uyuyamıyorum. Hatta çoğu zaman hiç uyuyamıyorum. Bir süre o kadar değişik bir hal alıyor ki, uyudum mu yoksa uyuyamadım mı bilemiyorum.

Editörlük yapıyorum ama bir yandan yazar olmak istiyorum. Dergilere yazılar yazıyorum ama başkalarının adına yazılmış yazılar oluyor. Şöyle ki, birilerini tanıyorum onlar yazı yazar mısın diyorlar yazıyorum, kendileri adında yayınlamışlar. Çok şey yapmıyorum. Bazı programlara dışarıdan destek veriyorum.

İnternet üzerinden gördüğüm ve ulaşabildiğim herkese mesajlar atıyorum. Çoğu görüp yazmıyor ama olsun. En azından onlarla artık istediğim zaman iletişim kurabileceğim bir durum yakalıyorum. Daha sonra dedemden para istiyorum ve o da 10 bin tl para veriyor. Ona gidip mark 2, tripod, çanta, lens seti, mikrofon, boom falan ekipman alıyorum. Artık yönetmenlik deneyeceğim çünkü yazdıklarımı çekmek isteyen birileri yok.

Yol... 
Kitabım çıktıktan sonra biraz rahatladım ama hala benim ne olacağım konusunda kendimin yaşadığı bir sıkıntı var. Ne olacağım diye düşünüyorum bir şey bulamıyorum. Sinema dışında hiçbir şey bilmiyorum, edebiyatta da fena değilim. Ama sinema ve edebiyatta her zaman daha iyisini olabileceğim düşüncesi beni bırakmıyor. Okuyor, izliyorum deli gibi. Yetmiyor, notlar tutuyorum, arşiv yapıyorum kendime.

Godard'ı çok seviyorum, tüm filmlerini izliyorum. Altyazılı olanları kaydediyorum, olmayanları bir şekilde bulup kendim ekliyorum filmlere. Bergman'ı da çok seviyorum. En sevdiğim iki yönetmen belli oluyor. Kubrick en iyi yönetmen olabilir ama en sevdiğim 3. yönetmen olabilir diye düşünüyorum. Türkiye'de Zeki Demirkubuz'u çok seviyorum çünkü Masumiyet  gibi bir şey çekmiş. Nuri Bilge Ceylan'ı da seviyorum ama çok başarılı diye çok da şey yapmıyorum. Çünkü biliyorum ben olursam Demirkubuz gibi biri olurum. NBC bana hep aynı mahallede ama sitede oturan zengin,başarılı, şımarık çocuk gibi geliyor. Zeki ise aynı sokakta büyüdüğün bir abi veya arkadaş gibi. En sevdiğim yerli yönetmen ise Metin Erksan oluyor. Sevmek Zamanı ne film ama. Her Şey Çok Güzel Olacak adlı filmi seyrediyorum, en sevdiğim film oluyor ve böyle film çekmek istiyorum. Çünkü komik şeylerin yaşandığı hüzünlü bir hikayeleri çok seviyorum... Xavier Dolan 19 yaşında çekmiş ilk uzun metrajını, ben de o yaşımda bir uzun çekeceğim. Seni yeneceğim Xavier Dolan diyorum kendi kendime...

Bir senaryo yazıyorum. 45-50 sayfa. Bir arkadaşım var, rap klipleri çekiyor. Onunla konuşuyorum. Sana Dair diye bir şey çekeceğim, kısa film olacak. Kitabımda yer alan bir hikayeyi uyarlayacağım. Hikayeyi de şöyle yazmıştım. Ben Galatasaray sitesinde çalışırken benim yaşımda bir Fenerbahçeli basketbolcu kız kanser olmuştu, ona geçmiş olsun mesajı yayınlayınca biz fair-play ruhu olarak gündem olmuştuk. İşte o kızı hayal ediyorum, kız basketbolcu, kanser oluyor. Ben menenjit geçiriyorum, o kıza aşık oluyorum. Ama kız beni sevmiyor falan işte. Ona ulaşmaya çalışıp sonunda ulaşıyorum ama kız siktir çekiyor. Sonunda işte bir barda, "işte böyle" deyip televizyona dönüyorum o da son saniye basketini atıyor, takımına maçı kazandırıyor. Ben de biramı içip "öyle çok şey vardı ki sana dair; hiçbirini bilemeyeceksin" diyorum ve bitiyor.

Arkadaşım biraz daha bilgili benden, rap klipleri falan çekmiş, ders almış, hocaları falan var yani. Diyor ki, bu kadar uzun senaryo olmaz, 1 dakika 1 sayfası diyor, bazı sahneleri kesiyoruz falan. 17-18 dakikaya iniyor kısa filmin senaryosu. Benim oynamamı istemiyor, bir arkadaşını gösteriyor, tamam diyorum nasıl oynar falan şey yapmadan. Ben oynayacaktım ama çok ısrar etmedim. Sonra bir arkadaşımı ikna ediyorum kadın oyuncu için boyu kısa. Ama yapacak bir şeyim yok ya da aklıma gelmiyor. Sonra çekiyoruz, o kadar kötü çekiyoruz ki, film bittiğinde rahatlıyorum. En azından bundan daha kötüsü olamayacak diyorum. Gerçekten o kadar kötü oluyor ki, daha kötüsü yapılamaz. Ama mutluyum, en azından denedim ve nasıl yapılmıyor onu öğrendim.

Bu kısa filmin çıkış noktası olan kıza mesaj atıyorum, tüm arkadaşları beni takip ediyor ama bu takip etmiyor. Arkadaşı aracılığıyla mesaj atıyorum, senden esinlendim, sana aşık olmuşum gibi düşündüm bu hikayeyi kitabımda kullanmıştım ve bunun kısa filmini yaptım falan. Kız bana sert çıkıyor. Acayip bozuluyorum. Hani bir teşekkür bekliyorum ya da ne gerek vardı falan der diye düşünüyorum, ağzıma sıçıyor. Acayip sinirleniyorum. Daha iyisini çekmem lazım diye düşünüyorum. Resmen hayata tutunma amacım oluyor bu his.

Bu sırada twitter üzerinden büyümeye, tanınmaya başlıyorum. Hayranı olduğum ünlülerle, sanatçılarla tanışmaya başlıyorum.

Ben aslında o değilim...
Takip edilmeye başladıkça, insanlara ulaşabiliyor olmam kolaylaşıyor. Her insanla tanışabiliyorum, bu kadar takipçisi olup, bu kadar az şeyle mutlu olan tek insan benim ama çok sıkıntı yapmıyorum. Benden yardım isteyen tüm arkadaşlarımın takipçisi artıyor, benim kitabımı övenler sırf bu yüzden kitabını çıkartıyor, editörlükte ben Balotelli gibi oluyorum ama insanlarla arasını iyi tutan, insanları öven ve kendini sürekli hatırlatan insanlar çok iyi yerlere geliyor. Galatasaray resmi sayfasında çalışmayan tek Galatasaraylı ben oluyorum etrafımda. Ama mutluyum. Galatasaray'ı kullanarak bir yerlere gelmek istemiyorum. Ancak Galatasaray'da işçi olan insanların havaları görünce deli oluyorum, bu yüzden sporcuların havalı olmasına artık takılmıyorum, bu sikkolar bile böyle oluyorsa o kadar para alan insanlar bırakın da havalı olsun diyorum.

Herkes yolunu buluyor ama ben yolumu bulamıyorum. Kısa film denemelerim oluyor ama o kadar çok kötüler ki, yönetmen olmayacağımı düşünüyorum. Yazıyorum ama istediğim gibi yazamıyorum. Bir türlü kitap yazamıyorum. Başlıyorum ama sonra devamını getirecek gücü kendimde göremiyorum.

Galalara gidiyorum, insanlarla tanışıyorum, ünlüler arkadaşlarım oluyor. Onur Ünlü'yü babamdan daha çok görüyorum, Ahmet Kural'a kendi arkadaşlarımdan daha çok şey anlatıyorum. Bu etrafımdaki insanların bana bakışını değiştiriyor, oldum sanıyorlar. Ama aslında öyle bir şey yok. Ben onlarla konuşurken, onlardan yararlanıyor gibi görünmemek için çok şey yapmıyorum aslında. Benim niyetim onlarla takılmak değil, onlardan biri olmak.

Televizyona bir kaç şeyler yazıyorum, editörlük devam ediyor ama benim gözüm hep sıçrama yapmak ne yapacağımı bilemiyorum ama. Bu sırada açıktan liseyi bitiriyorum, o kadar kısa bir zamanda bitiriyorum ki, benden önce liseyi bitiren arkadaşlarımla aynı sene üniversite sınavına giriyorum. Okula gitmemek, bana iyi geliyor. Aslında insanın olmadığı her yerde iyiyim. O yüzden evimden çalışarak editörlük yapıyorum.

Sanat camiasından insanlarla tanışıyorum artık bunu sosyal medya üzerinden yapıyorum. Mutlu oluyorum. Konuşmayı pek beceremiyorum ama açıldığım takdirde entelektüel bilgi anlamında yaşımdan daha çok şey vaat ettiğimi görüp, beni seviyorlar. Bir de bebek yüzlü olmanın avantajı, beni küçük görüp seviyorlar. Tanıdığım insanların olması güzel ama bana pek faydalı olmuyor haliyle, ne yapabilirler ki? Ama etrafımdaki insanlar bana yazıyorlar, benim kısa filmlerimde oynamak istiyorlar, benimle sevişmek istiyorlar. Hiç kimseyi reddetmiyorum tabi.. Artık talep eden değil, talep edilenim.

İnsanlar artık benim bir şey olduğumu ya da bir şey olmak üzere olduğumu düşünüyor. Özellikle annem ve anne tarafım. Ama olaylara uzaklar. Ben ise onların kafasındaki değilim, bir bok değilim ve olacak gibi değilim. Etrafımdaki insanların olduğunu düşündüğüm insan değilim, o ben değilim demek istiyorum ama demiyorum. Çünkü onların düşündüğü insan olmak benim de hoşuma gidiyor.

Sonra işte Cenaze Evi adlı bir kısa film çekiyorum. Fikir gerçekten iyi. Filmi çekiyorum, bir tripod ve bir kamerayla. Teyzemi, dedemi falan oynatıyorum. Çekerken 15 Temmuz olayı patlıyor işte o gün. Biz asker kıyafeti kiralamışız elimizde asker kıyafeti var düşünün. Sonra işte bir şekilde çekiyoruz filmi, istediğim gibi olmuyor. Kurgusunu internet kafede yapıyoruz, 36 saat hiç kalkmadan masadan ve hesabı ödeyip filmi hazır edip çıkıyoruz.

Sonra Cenaze Evi filmi yolladığımız tek kısa film İzmir Kısa Film Festivalinde gösterim seçkisi kazanıyor. Başka bir festivale yollamıyorum büyü bozulmasın diye. Tek başıma yaptığım tüm bu çabaların ufak karşılığını almak, beni o kadar mutlu ediyor ki anlatamam..

Yalnızım....
Hayatım boyunca her zaman bir şeyler yapmaya çalışan biriyim ama tek başıma yapıyorum bunları. O kadar çok yalnızım ve her seferinde piç gibi tek başıma uğraştığım için her şeyi, sorunun bende olduğunu anlıyorum. Kimseden bir beklentim kalmıyor, en sevdiğim futbolcu tipi gibiyim. Tekmeye kafa uzatmam gerekiyorsa uzatacağım. Felipe Melo diyorlar arkadaşlarım bana.

Yalnız kalıyorum. Arkadaşlarım var ama onlara sanki dokunamıyorum. Kadınlarla ciddi bir ilişki yaşamıyorum ne zaman olacak gibi olursa kaçıyorum ama kadınlar hayatımda hep oluyor. Kendimi kadınların yanında güçlü ve mutlu hissediyorum. Sadece seks yaparken, düşünmüyorum ve bu yüzden benim için iyi gelen bir şeye dönüşüyor.

Yalnızlıktan dolayı en yakın arkadaşlarım kitaplar ve filmler oluyor. Hayatta zorluk çekmeye başlıyorum. Tek bir yere gitmiyorum. Menüsünü bilmediğim yerlere gitmiyorum, nasıl davranacağımı bilemediğim, çok kalabalık yerlerden kaçıyorum. Yalnızlığa itiyorum kendimi. Belki bir şeyler yazıyorum diye düşünüyorum ama yıllardır yazamadığım kitabı halen bitiremiyorum.

Kafamdakileri sorabileceğim, tartışabileceğim kimse yok. Ya da ben bir şey yapmak isterken, işimi kolaylaştıracak, bana yardım edecek biri. Sırf bu yüzden keşke bu kadar zor biri olmasaydım ya da keşke daha iyi biri olsaydım diye düşünüyorum sık sık.

Üniversite kazanıyorum ama babamla bir anlaşmazlık yüzünden gitmiyorum. Seneye daha iyisini yaparım diyorum ama yapamıyorum. Kayseri'yi kazanıyorum. Kayseri'ye gidiyorum sonra oradayken hissettiğim tek şey, daha iyisini hak ettiğim düşüncesi oluyor. Çünkü ben Cannes'ı falan hayal ederken, Kayseri'de olmak beni depresyona sokuyor. Tanıdığım her insan beni oraya yakıştırmıyor. Ben de bir sene boyunca çalışıp, İstanbul Üniversitesine geçiş yaparak, geri dönüyorum.

Kırılma noktası daha... 
Kayseri'deyken tanıştığım bir adam var. Can abi. Soy ismini vermek istemiyorum belki rahatsız olur diye. Onu o kadar çok seviyorum ki, anlatamam. Onu tanıyınca, sanata biraz daha farklı bakmaya başlıyorum. Dünya görüşü olarak, belki de düşündüğüm şeyleri onun sayesinde dillendirmeye getiriyorum. Etrafındaki insanlar, hayatı, ideolojisi, sinema dili çok hoşuma gidiyor. Artık yolumu ona doğru kırmaya karar veriyorum.

Sosyal medyada birazcık daha oturuyor çizgim. Sosyal medyada iyiyim, öz güvenliyim, insanlarla iyi iletişim kurabiliyorum. Kendimi rezil edecek çok az şey yapıyorum. Saçma sapan, sırf güzel diye yürüdüğüm kadınlar dışında.

Yeni insanlar tanıyorum, onlardan çok şey öğreniyorum. Can abi takip ediyor nasılsa, sonra bir gün konuşuyoruz ve tanışıyoruz sonunda. Sonra Çağrı hoca var, onu da çok seviyorum. O da bana o kadar çok şey katıyor ki anlatmama. İlker var, en sevdiğim oyuncu. Ne zaman artık bu işi yapamayacağımı düşünsem İlker abinin bana söyledikleriyle devam ediyorum. Şunu anlıyorum, benim gibi insanlarda hep gördüğüm şey, devam edebilmek için bazı etkenlere ihtiyaç duyduğumuz oluyor.

Bu sırada kadınlarla ilişkim aynı gidiyor. Hep birileri oluyor ama birileri de reddediyor beni. Bu reddetmeler beni hep iyi bir yönetmen/yazar olmaya itiyor. Onlara kaybettikleri şeyi göstermek istiyorum. Tüm çabam bu yönde, adeta bu intikam duygusuyla çalışıyorum. Bir şey daha oluyor. Benim bir kız arkadaşım, bir kız arkadaşını getiriyor, ben de bir arkadaşımı çağırıyorum erkek. Sonra benle kız arkadaşım seks yaparken, onlar da birbiriyle yapacaklar. Ben kız arkadaşımın kız arkadaşı karşısında ne yapacağımı bilemiyorum. Sonra kız arkadaşımla küsüyorum ben, onun kız arkadaşıyla arkadaş kalıyoruz. Sonra onunla buluşup takılırken, bir anda o bana küsüyor. Arkadaşının daha önemli olduğunu söylüyor. Ben ise onu kaybettiğim için üzülüyorum. Çünkü onun ahlak anlayışı bana uyuyordu ve ayrıca çok güzeldi.

Bir kitap yazıyorum. Adını da "Kendimi Ben Öldürdüm" koyuyorum. İsim hatalı ama "ben" kelimesinin üstü çizili, sanki kullanıyormuş gibi, düşünülmüş bir şey olduğunu anlatınca, güzel fikir gibi geliyor. Xavier Dolan'ın ilk filmine gönderme oluyor ismi, içeriği ise sevdiğim tüm filmlerden ve kısa filmlerimden bir karma roman. Başarısız bir yazarın, intihar edip ölmeyi beceremedikten sonra hayatına geri dönmesi ve "ben aslında kendimi, bir başkası gibi görünmeyi tercih ederek, onların istediği gibi biri olarak öldürdüm" diyen bir kitap. Hiç kimse beğenmiyor, herkes çok öznel buluyor. O zamanlar öyle olduğuna inanmasam da şimdi bana da öyle geliyor, ben de nefret ediyorum. Yazamadığımı düşünüyorum.

Sonra Bekaret diye bir kısa film çekmeye çalışıyorum. O kadar az bütçe var ki, bütçe yok demek doğru olur. Ama kümede kalma savaşı veren takımın hocası gibi hissediyorum kendimi. Korku filmi çekiyorum, sırf Can abiye kendimi gösterebilmek için. Ama onu da beceremiyoruz. Çünkü sırf arkadaşım diye görüntü yönetmenim var, ortak noktada buluşamıyoruz. Kadın oyuncu için sorun olmasın diye senaryoyu değiştiriyorum sonra film benim düşündüğüm film olmaktan çıkıyor. Ben yine hayal kırıklığına uğruyorum.

Yorgunluk...
Ne yapacağımı bilemiyorum. Hep deneyen ama hep yenilen, daha iyi yenilen biriyim. Hayatımdaki her insanın hayatına da zorla girmeye çalışan biriyim. Zorla bir şeyler olmaya çalışan biriyim.

Çok yorgun hissediyorum kendimi. O kadar yorgunum ki, yapacak hiçbir şeyi kendimde göremiyorum. Bir kitap yazmaya karar verip, ilk cümleden sonra devam ettiremiyorum. Kısa film çekmek istemiyorum çünkü artık bir başarısızlık daha yaşamak istemiyorum. Kendimi rezil ettiğimi düşünüyorum.

Yazar olamadım, yönetmen olamadım, başka bir şey olacağımı da düşünmüyorum. Elimden ne gelir diye düşünüyorum. Garsonluk yapamam, insanlarla iletişim kuramadığım için dışarıda çalışamam, narin bir çocuk olduğum için köy hayatı da benim için zor. Ne olacağımı bilemiyorum.

Halen yalnızım. Pessoa 20. yüzyılın en büyük yalnızı. Ben ise 21. yüzyılın en büyük yalnızıyım. En azından ona benziyorum.

Birileriyle buluşmadan önce özgüven kazanmak ve konuşabilmek adına alkol alıyorum.

Halen uyuyamıyorum. Bir insan günde kaç saat uyuyup uyumadığını bilmez mi? Ben bilmiyorum. Uyudum mu onu da bilmiyorum. Uykumda bile düşünüyorum, düşündükçe düşünüyorum.

Kitap yazamıyorum. Düşüncelerim o kadar çok yoğun ki, o düşünceler arasında işe yarayacakları seçemiyorum.

İnsanlar bana soru sorduklarında, kendimi ne diye tanıtmalıyım hiç bilmiyorum. Deneyip, yenilen, bir kez daha deneyip, bir kez daha yenilen biri olmaktan öteye gidemiyorum.

Hayatımda olan her şey zorladığım için oluyor ya da olmasını sağlamaya çalışıyorum. Birinin hayatına girmek için de çaba gösteriyorum, bir şey olabilmek için de. Sanat beni seçmiyor, ben zorla sanatçı olmaya çalışıyorum. Kadınlar beni sevmiyor zorla beni sevmelerini sağlıyorum.

Hiçbir şeye inanmamaya başlıyorum. Aşk, dostluk, seks, sinema, sanat, din, sepet, yumurta ne varsa hepsinin anlamsız olan bu hayata anlam yükleme çabamız dışında bir şey gelmiyor.

Kendimi yorgun hissediyorum. Yüzümü karanlık kaplıyor, tükeniyorum, tükeniyorum....

Annem bana "ne okuyorsun?" diye soruyor. "Faso fiso" diyorum, "Teoman'ın kitabı" Gülüyor. Ben de düşünüyorum. Belki ben de böyle bir şey yazarım diye düşünüyorum. Ama o kadar çok yorgunum ki, hayal kurmaya devam etmekten başka bir şey yapmıyorum...

21 Nisan 2018 Cumartesi

İstanbul Film Festivali notları (2018)

istanbul film festivali'nde izlediğim filmler ve görüşlerim:

(facebook profilimden alınmıştır. çok fazla detaya girmeden, kendim için tuttuğum kısa notlardır)

- you were never really here.
filmekimi'nde iptal olmuş ve izlemediğim için çok üzülmüştüm. izledim ve hayran kaldım. filmin eleştirilebilecek tüm özelliklerinin, yönetmenin isteği ve bilinçli olarak yaptığı bir şey olduğu için filmi çok sevdim. rahatsız etmek için elinden geleni yapan ve rahatsız eden film. müziğin kullanımı, seyirciyi sıkmayan aksine her geçen dakika daha fazla sürükleyen temposu, joaquin phoenix'in ders niteliğinde muhteşem oyunculuğu muazzam. filmin içinde var olan karmaşıklık, bence bir sorun değil aksine filmden daha fazla haz almamı sağlayan şey. yönetmenin bilinçli bir isteği olarak düşünüyorum. çok çok sevdim bu filmi. en güzel yorum ise: "21. yüzyıl Taxi Driver'ı."

- 24 frames. 
abbas kiyarüstemi'yi ve filmlerini çok seviyorum. ama sinema dilini ve anlayışına çok uzağım. enfes bir güzelliği olan 24 kareyi bizlere sunmak istiyor, harika şarkılar eşliğinde. ancak ben filmin yarısında (12. karede) çıktım.ilk kez bir filmin yarısında çıktım maalesef çünkü dikkat dağınıklı olan benim için muhteşem bir eziyete dönüşmüştü. ama evimde sardırarak ya da rahat bir şekilde izleyeceğimi düşünüyorum.

-holiday. 
tolga karaçelik, sundance film festivali'nde izlemiş ve bu filmi önermişti. ben bu yüzden çok fazla merak ediyordum. türkiye'de bodrum'da çekilen bu filmi fazlasıyla beğendim. senaryonun zayıflığına rağmen iyi film olduğunu düşünüyorum. çok sert sahneleri var. özellikle bir tecavüz sahnesi var ki, gaspar noe'nin dönüş yok filmindeki malum sahneden sonra gördüğüm en sert sahnelerden biri.

-alanis.
benim için en büyük hayal kırıklığından biri oldu. çok güzel bir afişi ve konusu olan ancak senaryodaki eksiklikler, klişeler, türk dizilerinin bir filme sıkıştırılmış hali gibiydi. film çok bilindik, yeni hiçbir şey sunmayan bir film. hiç sevmedim.

- l'amour des hommes of skin and men. (erkeklere bakmak)
konusu, adı, afişiyle nefis iddialı bir film. ancak bu kadar iddialı olup, böyle bir film olmasını sevmiyorum. benim de sık sık başıma gelen, "kadın oyuncuya sorun olmasın, böyle yapalım" formülleriyle kurtarılmaya çalışılmış bir film. onun dışında senaryoda o kadar kopukluk, her şeyin hızlıca olması, anlam verilmeyen olaylar, neden var olduğu anlaşılmayan karakterler, Yeşilçam filmlerindeki gibi kötü-iyi karakterlerin var olması gibi çok sorun var. niyeti iyi film ama iyi film olmaktan uzak bence. Hafsia Herzi gerçekten başarılı bir oyuncu.

- disobediance (itaatsizlik) 
bence fena film değil. sadece son sahnelerinde baya bir sıkıntı var. orta yolu bulmak istiyor gibi. formül kokan ve çoğu kez tahmin edilebilir senaryosu, bir kaç kez "artık bitsin" dedirtiyor olmasına rağmen devam etmesi gibi çok defosu var ancak ben yine de sevdim filmi. rachel weisz ile rachel mcadams'ın uyumu ve performansları muhteşem. sevişme sahneleri de etkileyiciydi.

- cameron post’a ters terapi 
sundance film festivali'nin 'drama dalında büyük jüri ödülü'nü kazanan bu filmi eğer benim gibi amerikan bağımsız sinemasını seviyorsanız seversiniz. amerikan bağımsız filmlerinin kaliteli işlerinden. benim kuşağımın çılgın atan iki ismi chloe moretz (kariyerini bu yöne çevirmesi hoş) ve sasha lane ise döktürüyor.

-unsane (saplantı)
tamamı iPhone ile çekilen bu film, ne ile çekerseniz çekin iyi film, iyi filmdir diyor. çok beğendim. hiç kopmayan temposu, oyunculukları, ters köşeleriyle baya baya iyi film. özgün bir konusu olmasa dahi işleyişi bakımından fark yaratmış. (ayrıca rexx'de izlerken, filmin yükseldiği anda bir abi, "huh" diye bağırdı. tüm salon filmi bırakıp, ona gülmüştük. bu da güzel bir anıydı) tek sıkıntısı, kötü karakterin çok havada kalması geldi.

-lowlife (sefil hayat)
can evrenol'un önerisiyle izlediğim bu filmi çok sevdim. normalde bir başka filme bilet almıştım ama can abi, "mutlaka izlemelisin" deyince tabii ki kaçırmadım. festivalin sürprizlerinden oldu benim adıma. 'pulp fiction'' tarzı kurgusu ve esintileriyle, düşük bütçesiyle çok iyi iş çıkarmış tarantinovari bir film. filmi izlerken bazı yerlerde senaryonun gazabına uğrasam da çok sevdim. sert sahneleri özellikle çok başarılı buldum. ayrıca filmin yönetmeni çok sempatik bir adam. ve modadan anladığını söyleyebilirim. çünkü gece boyunca ceketimi övdü...

-mektoub, my love: canto uno (kısmet, sevgilim: ilk şarkı)
festivalin en büyük hayal kırıklığı! 3 saat boyunca hiçbir şey anlatmadan bize bir şeyler izletti. "mavi en sıcak renktir" filmini çektikten sonra en üstlere çıkardığı beklentiden sonra ne yapsa belki hoşuma gitmeyecekti ama bu kadar berbat bir film beklemiyordum. filmin ilk sahnesini gördükten sonra gülümsedim, gaspar noe'nin love filmi gibi bir şey beklemeye başladım. ama ondan sonrası çöp. çok güzel kadınlar var, gerçekten çok güzeller. ve etrafında çok çirkin erkekler var. bir ana karakterimiz var, kafka gibi bir şey. amcası, kuzeni yanındaki kızı alıyor. garibimin sesi çıkmıyor. kendisi dışında herkes seks yapıyor. bence zaten yönetmen, kendisini anlatıyor. ikinci filminde, ilk filmde yazar olan ana karakterimizi yönetmen olarak göreceğiz gibi. umarım bu filmi eski sevgilileri falan izlemiş ve onlardan intikam alarak mastürbasyonunu gerçekleştirmiştir. (bu filmde adeta döktüren Hafsia Herzi'ye mesaj attım, sonra tanıştık, Bekaret'i izlettim, bana gösterime girmemiş filmini attı. sonra numarasını verdi, sonra Fransa'da görüşmek istediğini söyledi. bu yüzden mutluyum ama) ayrıca bu yönetmenin hiç mi arkadaşı yok? seveni yok? bu filmi yapmaması için uyarmamışlar adamı...

-touch me not (dokunma bana)
altın ayı ödülünü kazanan bu filmi çok sevdim. epey farklı bir dili olmasına rağmen çok beğendiğimi söyleyebilirim. kendisine dokunulmasını istenmeyen kadının tepkilerini ve değişimini ekstra çok beğendim. ayrıca grup seks ve bdsm sahnelerini de sevdim. müziğini de çok yakıştırdım, daha filminin müziğine benzettim. kafamda soru işaretleri veya eksik kalan kısımlar olsa dahi güzel bir iş olmuş. altın ayı ödülünü kazanınca daha iyi bir film bekliyordum ancak buna rağmen iyi film olduğunu söyleyebilirim.

-kelebekler. 
tolga karaçelik'in kelebekler filmini çok sevdim. galiba çekmek istediğim filmi çektiği için de kıskandım. amerikan bağımsız sinemasının en sevdiğim filmlerinden garden state filmiyle çok benzerlikler taşıdığını düşünüyorum. özellikle filmde çılgın atan bartu'nun oynadığı karakter, annesinin ölümü, baba figürü gibi çok şey. bunun dışında cenazede kıkırdamak gibi bir film olduğunu söyleyebilirim. sadece en büyük eleştirim filmin final sahnesine. onu izleyince, "hassiktir" diye tepki verdim ve güldüm. ama komik olduğu için değil, sinirim bozulduğu için. çünkü o kadar dakika izlediğin bir filmin sonunda öyle bir son gerçekten hayal kırıklığı oldu benim için. tolga abi bunu bilerek yaptığını, söylüyor, bu tepkilerin geleceğini bildiğini ama yine de yapmak istediğini. onun isteğinin yerine geldiğini söylesem de yine de finali sevemedim ben. fıkrasına gülünmeyen adam gibi. bir fıkra anlattı son sahnesiyle bize "inanmadınız ne oldu şimdi?" diye bir kez daha sorup gülümsemiş adeta.

-put şeylere. 
onur ünlü'nün en onur ünlü kokan filmi. onur hocayı çok severim, beni bu yola iten adamlardan biridir, çok şey anlattı bana. beş şehir filmindeki şair karakterini izlemiştim ve ondan sonra yönetmen olmaya karar vermiştim. ve bence onur ünlü ile konuşurken yaşadığım durum bu filmde var. onunla konuşurken, çoğu zaman "anladın mı?" diye sorar bu bir es vermesidir. daha sonra cümleye bambaşka bir yerden devam eder. ve ben o konuşurken, gerçekten onu anlamış gibi olurum. ancak ayrılıp eve döneceğim zaman "ne konuştuk biz ya?" diye kendi kendime sormuş oluyorum. bu filmin karşılığı benim için tam olarak budur. onur ünlü'nün yazarlığını, yönetmenliğinden daha çok seviyorum. bu filmde de ortada ne kadar çok şey bildiğini gösterip, entelektüel bir boşalma gerçekleştirmiş. ortada çok iyi bir metin var. onur ünlü'nün sürekli olarak bahsettiği, "yeni sinema dili" olayını anlıyor ve destekliyorum. bu yüzden, kötü olarak adlandırılabilecek bu deneysel filmi, ne yapacağı ve karşılığı belli olarak yapılan iyi filmlere tercih ederim. bu filmi ben anlatamam, oyuncular anlamadıklarını söyleyip anlatamadı, onur ünlü "ben de anlatamam" dedi. öyle bir film işte. ama tekrar izleyip, bazı cümleler üzerine kafa yormak istiyorum.

ayrıca Godard'ın ardından en sevdiğim yönetmen olan Bergman'ın; "Güz Sonatı, Yedinci Mühür, Persona, Yaban Çilekleri, Sessizlik, Utanç, Bir Evlilikten Manzaralar" filmlerini sinemada izlemek çok güzeldi.

ve ayrıca en sevdiğim filmlerden olan Paris,Texas'ı yine aynı şekilde sinemada izlemek muhteşemdi.