Birbirimize bakıyoruz. Ben ağlamamak için zor tutuyorum kendimi o ise hayatında hiç olmadığı kadar öfkeli. Birbirini seven iki insan, birbirlerinin gözlerine aşk dolu bakıp sevgi cümleleri kuran iki insan nasıl bu hale gelebilir? Bilmiyorum. İnsan ilişkilerini hiçbir zaman anlayamayacağım. "Bilirsin" diyorum. "Belki her şeyi belki birazını. Ama sadece sen bilirsin." Öyle bir bakıyor ki bana, canım acıyor. "Seni ne kadar çok sevdiğimi, senin için neler yaptığımı, bu ilişkinin devam edebilmesi için nelerden vazgeçtiğimi,bir tek sen bilirsin. Aslında kim olduğumu, diğer insanların beni olduğumu sandığı insanın aksine nasıl biri olduğumu anca sen bilirsin. Nasıl değiştiğimi, beni nasıl değiştirdiğini bir tek sen bilirsin." Bana bakıyor ama konuşmuyor. Belki konuşursa gözyaşlarını tutamayacağı için belki sesinin titremesini engel olamayacağını bildiği için belki de gerçekten ne demesi gerektiğini bilemediği için. O susuyor, o sustukça ben kahroluyorum. Konuşsa, bana boktan biri olduğumu, çekilmez biri olduğumu söylese ya da hatta bana orospu çocuğunun teki olduğumu söylese canımı bu kadar acıtmayacak. Hiçbir şey söylemeden susup durması her şeyden daha kötü. Benden nefret ettiğini söylese ama yine de beni sevdiğini, bana aşık olduğunu bir kez daha söylese ona sarılacağım. Öyle bir sarılacağım ki, hiç bırakmayacağım. Kulağına doğru eğilip onu ne kadar çok sevdiğimi söyleyerek, özür dileyeceğim. Ama bunların hiçbiri olmuyor, ne o konuşuyor ne de ben onun sözlerinin ardından ona sarılıyorum. Bana hiçbir şey söylemeden, gözlerime hayal kırıklığıyla bakmaya devam ediyor. Bana baktığında hayallerini görebildiğim sevdiğim kadının, gözlerindeki hayal kırıklığı olmaktan utanç duyuyorum. Beni çarmıha germeli hatta bunu başkalarının yapmasına izin vermeden bunu kendim yapmalıyım. Değil kendi günahlarımın, tüm insanlığın günahını böyle ödeyebilirim. Ödemeye de hazırım. Peygamberlik umurumda bile değil.
"Yaren" diyorum, ona kırgın ve kızgınım ama yine de onunla böyle olmaktan dolayı mutsuzum. Tüm bunlara rağmen tüm bu olanları toparlama isteği var içimde, ondan kurtulamıyorum. "Sen ve kardeşin birlikte sanki bu dünyaya karşı gibiydiniz. Hem bu dünyaya aitmiş hem de sanki bu dünyadan değilmiş gibi. Özellikle sen. Bir yanın bu dünyaya aitken içinde hep var olan bir başka yarın tüm bunlardan uzak bir şekilde hep saf, hep kendini korumayacak bir biçimde iyi niyetliydi. Hayatına girdiğimde, gerek bana anlattıkların gerek bana gösterdiğin o acıların gerek ise gördüklerimden dolayı seni bu dünyadan hep koruyacağıma dair bir söz verdim. Seni korumayı o kadar çok istiyordum ki, seni en çok kıranın ben olduğumu fark edemedim. Özür dilerim." Bana baktı ve özür dileyip durmalarım onun için artık anlamını yitirmişti. Bir şeyi sürekli tekrar edip durmak, o şeyin önemini de bitirir. Bunu o söylemişti ama ben şimdi fark edebiliyorum. Yeni yeni farkına varabildiğim onca şey gibi. Bu kadar çok özür dileyip durduğum için özür dilemek istiyorum. Belki bu kadar özür dilememiş olsaydım şu an söylediğim özrün bir anlamı olurdu. "Aramızdaki bu güzel şeylerin, tam olarak ne zaman değiştiğini bilemiyorum. Ama tüm bu şeylerin bir anda değiştiğinin farkındayım. Bunları düşündükçe, benim de kalbim kırılıyor. Hatta kalbim atmıyor da kanıyor sanki. Üstelik senden önce hiçbir şey bana dokunamaz, bana bir şey olmaz diye geçinirken şimdi nasıl olduysa kalbimin yerinden çoktan çıktığını, kalbimin belki de hiçbir zaman dolamayacak ya da üstü örtülemeyecek bir boşluğa, o boşluğun içinde var olduğunu hatırladıkça büyümeye devam edecek bir acıya dönüştüğünü görebiliyorum." Kendini tutamıyor ve ağlamaya başlıyor. Onu ağlarken görmek, canımı acıtıyor. Ben de gözyaşlarımı artık tutamıyorum, birlikte ağlıyoruz. Yüzünde gülümsemeye neden olmak istediğim insanın, ağlamasının nedeni olmak. Kendimden nefret ediyorum. Beni bir kuytu köşede ölmeye mahkum bırakılmalı ya da benden bir sabun yapılmalı.
"Seni sevmek" diyorum. "Seni sevmek, hayatımın en içten, en doğru ve en gerçek şeyiydi. Çok yoğun ve çok acılı bir deneyimiydi. Hatta kaldıramayacağım kadar fazlaydı." Aslında bu ilişkideki tüm kavgalarımız aslında kaldıramadığım ya da tökezlediğim anlarda ortaya çıkmıştı. Çünkü o, bu ilişkide bana söz söyleme, yorulma ya da şikayetlerimi dile getirme hakkı vermemişti. Ne zaman elimi belimi koysam, nefes nefese kalsam, omuzlarımdaki tüm bu yükler bana ağırlık yapsa sanki böyle bir hakkım yokmuş, tüm bunlar benim bir mecburiyetimmiş gibi sorun olmuştu. Aslında tüm insan ilişkilerinde bu böyledir. Her zaman biri, diğerinden daha fazla alttan almak zorunda ve o dengeyi sağlama mecburiyetindedir. Eğer bir ilişkinin devam edebilmesi için aldığınız yükler daha fazlaysa, o yüklerden rahatsızlık duymaya başladığınız ya da o yükleri taşıyamayacağınızı düşündüğünüz anlarda o denge kaybolur. Kendi elinizde tuttuğunuz ip kaçar ve o yükleri taşıyamadığınız için suçlu hale gelirsiniz. En azından ikimiz arasında olan şey tam olarak buydu. Sürekli bazı şeyleri alttan alıp, tüm bu sorunları görmezden gelemediğim anlarda kavga ediyorduk. "Yine de" diyorum. "Sen ve kardeşinin. Yani sizin etrafınızda olmak hayatım boyunca başıma gelmiş en güzel şeydi. Bu yüzden teşekkür ederim." Ağlamaya başlıyor, gözyaşlarına engel olmaksızın. Çok sevdiği bir dizinin final bölümünü izliyormuş ya da çok sevdiği birini son kez göreceğini biliyormuş gibi. Sevdiği bir adamın bu cümlelerine mi ağlıyordu yoksa kendisini bu kadar çok seven, kendisini kendisinden bile daha fazla seven, kendisini anlayan ve anlamaya çalışan, kendisini bugüne kadar hiç kimsenin görmediği gibi gören bir adamın bu cümlelerine mi? Bilemiyorum. "Özür dilerim. Hayatına giren diğer erkekler gibi olmak istemezken, belki de farkında olmadan onlara döndüğüm için. Ama en çok da kafandaki o olmamı hayal ettiğin erkek olamadığım için özür dilerim. Övünüp durduğum o entelektüel sanatçıdan çok uzak davranıp durduğum, arkadaşlarınla ne konuşacağımı bilmediğim için konuşmaktan kaçındığım ve seni benim hakkımda gururla konuşurken düşünemediğim için, özür dilerim. Nasıl benden gururla, iyi cümlelerle bahsedebilirsin ki? Sevgilin, sevdiğin adam ya da seni ne kadar çok sevdiğini söyleyen adam aslında senin hayatından memnun değil. Senden sürekli bir şeyleri değiştirmeni, bir şeyler yapmanı bekleyen biri. Benden önce yaşadığın hayat yüzünden seni sürekli yargılayan, o hayatın sana getirdiği sonuçlar sebebiyle değişmeni ve bazı şeyleri hayatından çıkarmanı isteyen ve sana güvenmek istediği için sana güvenebilmek adına somut şeyler isteyen biri. Çocuktan hiçbir farkı olmayan, yetişkin olmaktan uzak biri. Hem her şeye inanan hem de hiçbir şeye inanmayan, hem her şeyi umursayan ama aynı zamanda hiçbir şeye umursamayan biri. Üstelik hem ahlaksız hem de söz konusu sen olunca ahlakçı. Düşüncelerinde soylu ama hareketlerinde zayıf bir adam. Özür dilerim. Böyle biri olduğumu düşünmüyordum, olmak da istemiyordum."
Cümlelerimi bitirince adımla seslenmesini istiyorum. "Aytuğ" demesini bekliyorum, "gitme" ya da "seni seviyorum" demesine ihtiyaç duyuyorum. Ancak hiçbir şey söylemeyip, susuyor. Hiçbir şey söylemeden ağlamaya ve bana bakmaya devam ediyor. Belki de hiç yapamadığım bir şeyi yapma zamanımın geldiğini düşünüyorum. Bir erkek gibi davranmalıyım ya da gururlu bir insan gibi.Çekip gitmeliyim. Kapıya doğru yöneliyorum ama aslında ayaklarım geri geri gidiyor. Bunu fark etmemesini istiyorum çünkü benim de bir gururum var. Bunu hatırlamasını istiyorum. Kapıyı açmak için kapı koluna yöneldiğim sırada ondan çıkacak bir cümleyi duymaya ihtiyacım var. Ağzından çıkacak tek bir kelime, kalmamı sağlayabilir. Bunu istiyorum. Kalıp, ona sarılmak ve onu hiç bırakmamak. Ama o hiçbir şey demiyor. Çünkü söylenecek her şeyi söyledik, tüm cümleleri tükettik. O bunun farkında. Ben ise, ona olan sevgimden ve onunla olma isteğimden hiçbir şeyin farkında değilim. Halen, her şeyi düzeltebileceğimizi düşünüyorum. Düzeltebiliriz. Eğer gerçekten istersek, bunu yapabiliriz. Eğer sevgimiz gerçekten varsa, büyükse o her şeyin üstesinden gelebilir. Sevgimiz eğer gerçekse, bize rağmen bir yolunu bulur ve o kazanır. Ancak öyle olmuyor. Kapıyı açıp, çıkıyorum evden bir anda. Dışarıdayım.
Dışarıdayım, yürüyorum. Yürümek istemiyorum, gitmek istemiyorum. Onun yanına dönmek, onun yanında olmak istiyorum. Ancak bunu yapmıyorum, yapamıyorum. Bitmesin istiyorum. Neden böyle bir şey oldu? Nasıl bu hale geldik? Bilmiyorum. Keşke, tanıştığımız o ilk günlere geri dönebilseydik, o zaman daha farklı olurdu her şey. Bunu düşünüyorum. Onun bana verdiği kolyeye dokunuyorum. Kolyeye dokununca, onu hissediyorum. Kolyeye dokundukça, o yanımda. Ağlıyorum. Kimse duymasın diye sessizce yapıyorum bunu. İnsanların bana baktığını hissettiğim an gülümsüyorum onlara. Bilirsin sevgilim. Hayatım boyunca böyle oyunlara başvurduğumu bilirsin. Hayatta kalabilmek için oyunlar oynadığımı en iyi sen bilirsin. Seni sevmenin, hayatımda bir oyun yerine gerçek olan tek şey olduğunu sadece sen bilirsin. İnsanların beni gördüğünden bir başka ben olduğunu, o herkesten saklayıp durduğum beni yalnızca sen bilirsin. Bugün 31 Ağustos sevgilim. Benim için 1 Eylül olmayacak. Bunu sen bilirsin. Bizi bilen herkes bilir sevgilim. Artık bazı şeyler değişmeli, seni seviyorum.
22 Kasım 2018 Perşembe
19 Temmuz 2018 Perşembe
22. yaşımdan kendime mektup
Geçtiğimiz günlerde, 15 Ağustos tarihinde kavuşacağım 22. yaşıma bir mektup yazmıştım. Sağ olsun o da nezaketli bir şekilde bana cevap yazmış. Ben de o cevabı hiç değiştirmeden, sizlerle paylaşmak istedim.
Tuna'ya;
"Sevgili Tuna; bana yazmış olduğun mektubu aldım. Bu yüzden sana çok teşekkür ederim. Birinin bana bir şeyler yazmasına pek alışkın değilim. Yazdığın o şeyler benim için çok anlamlıydı. Hayatındaki diğer insanlara da bunu yaptığından eminim. Onları da yaptıklarınla, özenle seçtiğin kelimelerle, özel hissettirdiğini düşünüyorum. Bunun bana özel olmadığını biliyor olsam da kendimi mutlu ve başka biriymişim gibi hissettirdiğin için teşekkür ederim.
Sana baktığımda; henüz 21 yaşında olan bir çocuk görüyorum. Hayatı tam olarak öğrenememiş, ne yapacağını ve çoğu zaman ne diyeceğini bile bilmeyen ufak bir çocuk. Belki de böyle rahat ve şımarık olarak yetiştirildiğin için ne istediğini bir türlü bilemeyen ve sırf bu yüzden her şeyi isteyen bir çocuk. Seni tanıyan herkesin bildiği gibi, insanlara gösterdiğin anlık tepkilerin, almak mecburiyetinde hissettiğin o anlık kararlar, bir anda parlayıp aynı şekilde bir anda sönme hallerin hep bu çocukluğun yüzünden. Adeta bir çocukmuş gibi hiçbir şeyin sonunu düşünmeden, tüm iyi niyetinle yaklaşımların ve aklında başka hiçbir düşünce olmadan bir şeyler yapıyor olman başka neyle ilgili olabilir? Sen, birinin yanında olduysan yanında olmak seni mutlu ettiği için oldun. Birine iltifat ettiysen, o iltifatı gerçekten düşündüğün için ettin. Biri senden bir şey istediği zaman elinden geleni her zaman yaptın çünkü aklına bir başka ihtimal bile gelmedi. İşte sevgili Tuna, en çok da bu yüzden sen bir çocuksun. Ciddiye alınmak isteyen ve sırf bu yüzden dikkat çekebilmek adına ağlamaktan çekinmeyen, kimi zaman kibrini sakladığı utangaç kimi zaman da utangaçlığını sakladığın kibirli bir çocuk. Hepsi bu.
İster bunu kabul et ya da ister her zaman yaptığın gibi alaycı cevaplar ver. Ama sen kimseyi sevemeyeceksin. Sevmek için ne kadar çabalarsan çabala, birini sevemeyeceksin. Çünkü sen kendini sevmiyorsun. Kendini sevmeyen biri, başkasını nasıl sevebilir? Senin asla sevilemeyecek biri olduğunu o kadar inanmış, hayatında hiçbir zaman gerçekten sevilmediğine ve hiçbir zaman da gerçekten sevilmeyeceğinden o kadar çok eminsin ki, kimsenin sana dokunmasına izin vermiyorsun. Kimsenin sana dokunamadığı gibi, sen de kimseye dokunamıyorsun. Hep bir cam giriyor araya ve bu camı her seferinde sen sokuyorsun. Sen sadece sevmek istiyorsun, tıpkı çok sevdiğin filmde de dediği gibi. O kadar çok sevmek istiyorsun ki, insanları o kadar çok sevmek istiyorsun ki, sırf bu kadar çok sevildikleri için seni seveceklerini düşünüyorsun. Sen ne yaparsan yap, seni kimse gerçekten sevmeyecek. Sen sadece var olabildiğin sosyal medyada, sanal sevilmeye mahkumsun. Sen sadece uzaktan sevileceksin ve insanların seni sadece uzaktan sevmelerini sağlayacaksın. Çünkü sen kusurdan ibaretsin. İnsanlar yakına girince, seni tanıyınca, o tüm kusurların farkına varıyor. Bugüne kadar yaptığın her şey bu kusurları örtmek içindi. Ama kusurların o kadar büyük ve belli ki, hiçbir şey örtemeyecek bunları.
Biliyorum. Sen, sadece sen olmak istiyorsun. İnsanların seni görmek istedikleri kişi olmak istemiyorsun. Ne isen o olmak istiyorsun. Ama bu olmayacak. Bu dünyada, bu insanların arasında kendin olamazsın. Nerede yalın, nerede çıplak bir şey varsa onu hemen kendi istedikleri gibi giydirirler. Kendilerine benzemeyen birini gördüklerinde kendilerine benzetebilmek için her şeyi yaparlar. Senin gibi temiz bir şey gördükleri zaman kirletirler. Onların beyaza tahammülü yoktur. İşte sen de bunların arasında sadece kendin olmak, kim olduğunu bilmek istiyorsun. Ama sana kim olduğunu söyleyen hep bir başkasıdır. Adını, soyadını, ülkeni, dinini, giyinmen gereken yerleri, yemek yemen gereken mekanları, hangi şarkıyı dinleyeceğini, hangi filmi izleyeceğini, kimleri sevip, kimlerden nefret etmen gerektiğini hep başkaları söyler. Bir başkası olmak zordur, bir başkasına dönüşmek kolay. İşte bu yüzden bir başkasına dönüşüp dururlar, herkes birbirine benzeyinceye kadar. İşte sen tüm bunların arasında, tüm bu zorluklara rağmen kendin olabilmek, kendin kalabilmek istiyorsun. İşte sevgili dostum, kendin olabilmenin bedelini de yalnızlığınla ödüyorsun.
Yalnızsın. O kadar çok yalnızsın ki, yalnız olmadığını göstermek istedin. Önce sen bu kadar yalnız olmadığına inandırdın kendini, daha sonra hayatındaki diğer insanlar senin aslında yalnız olmadığına inandı. Yalnızlığın büyüdükçe, hayatındaki insanlar da çoğaldı. Hayatındaki insanlar çoğaldıkça, yalnızlığın büyüdü. Yalnızlığın, o kadar çok büyüdü ki artık bu yalnızlığı hep yanında taşıdın. Ama bu yalnızlık, öyle bir büyüdü ki, artık taşıyamaz oldun. Sana ağır geldi. Sırf ismini bile bilmediğin kadınların üzerindeyken, yalnızlıktan kaçıyordun. O kadınlarla birlikteyken, kendini en çok yalnız hissediyor olmana rağmen. Yalnızlığı her fark ettiğinde, ölümü daha çok düşündün. Ölmeyi. Tüm bunlara katlanmak yerine siktir olup gitmeyi. Gidenin dönmediği o gizemli dünya, sana hep ilgi çekici gelmiştir. Neticede gizemini koruyan her şey, çekicidir senin için. Bu yüzden bayılırsın ya kendini açmamaya, kendini hep gizemli tutmaya. Ölümü düşünür, aklından hep intiharı geçirirsin. Senin için kendini öldürmek kolaydır çünkü hayatında hiç ölümü yaşamadın. Savaş görmedin, bir dostunun tabutunu kaldırmak ne demek hiçbir zaman bilmedin, bir mezarda gözyaşı dökmedin, ölüm hayatına hiç uğramadı. Bu yüzden ölümle ilgili bu kadar çok şey düşünüp, bir yandan ölmeyi bu kadar çok arzularken, bir yandan da yaşamak istiyorsun. Ne kadar güzel olduklarını hatırlatıp durduğun o kadınları arzuladığın için ölümü arzulamayı bırakıyorsun.
Zaafını biliyorsun. Ben de biliyorum. Hayatındaki hemen hemen herkes biliyor. Kendini en rezil ettiğin, en küçük duruma düşürdüğün, en çok üzüldüğün, kendine ve inandığın tüm değerlere ihanet ettiğin tek şey bu zaafın. Eminim sana bu durumdan bahsettikçe, sen bana Camus'un sözünü söyleyeceksin. Diyeceksin ki, "Güzelliğin dışında yaşayamam. Beni bazı varlıkların karşısında güçsüz kılan budur." Düşüncelerini, sevdiğin ve örnek aldığın hatta onun gibi olmak istediğin insanların düşünceleriyle desteklemeyi çok seversin. Her zaman çok sevdin. Hep böyle yaptın. Kendi düşüncelerinin aptalca, kötü veya komik bulunmasından dolayı korktun ve belki de sırf bu yüzden yücelttiğin o insanların düşünceleriyle paylaştın kendi düşüncelerini. Belki de sırf onlar gibi olmak istediğin için yaptın. Belki de aslında bugüne kadar yaptığın her şeyin nedeni olan, ciddiye alınmaktı tüm bunların nedeni. Sen kendi düşüncelerini paylaşamayacak kadar korkak ama hak ettiğini düşündüğün hayatı yaşayacak kadar cesursun.
Sen sustun. Susmuştun ve susmanın ibadet sayıldığı yeni bir din arıyordun kendine. Sen sustukça, insanlar konuştu. İnsanlar konuştukça, sen düşündün. Düşünmeye o kadar çok alıştın, insanlar seni düşünmeye o kadar çok itti ki, düşünmeden yapamaz oldun. Her şeyi düşünür oldun. Bir insanla buluşmadan önce onunla buluştuğun zaman olabilecek tüm şeyleri düşündün. Onun sana soracağı sorulara vereceğin cevapları bile düşündün. Tüm bu düşüncelerin dışına çıkmak her seferinde korkuttu seni. Her şeyi anlık yaşamak için olabilecek tüm durumları iyi düşünmen gerekiyordu ve sen de hep düşündün. Düşüncelerinle yaşamaya başladın. Düşüncelerinde yaşamaya başladın. Düşlerinde bir dünya kurdun kendine ve o dünyanın dışındaki dünyaya hep misafirlikteymişsin gibi bakmaya başladın. Kendi kafanın içinde ne kadar rahatsan, misafiri olduğun bu gezegende bir o kadar rahatsız. Bir turist gibiydin. İnsanlarla aynı dili konuşmayı unuttun önce. Sonra kim olduğunu unutmaya başladın. Ve şimdi olduklarından farklı anlamlar yükleyip durduğun kelimeler dışında hiçbir şeyin yok senin. Hatta o kelimeler bile yok artık. Onlar bile terk etti seni. Bir araya gelip, kafandaki cümleleri oluşturamıyorlar. Evet Tunacım Yüksel, sana ait hiçbir şey yok artık.
Ve şimdi sen, sırf benim gelişimle, 22. yaşının gelişiyle her şeyin değişeceğini umut ediyorsun. Ben geleceğim, artık 22 yaşında olacaksın ve her şey düzelecek. Üzgünüm ama böyle bir şey olmayacak. Sen değişmedikçe, hiçbir şey değişmeyecek.
Sevgiler.
- Bir önceki yaşından farkı olmayacak olmaktan ve bir sonraki yaşına dönüşmekten korkan yeni yaşın. 22.
Tuna'ya;
"Sevgili Tuna; bana yazmış olduğun mektubu aldım. Bu yüzden sana çok teşekkür ederim. Birinin bana bir şeyler yazmasına pek alışkın değilim. Yazdığın o şeyler benim için çok anlamlıydı. Hayatındaki diğer insanlara da bunu yaptığından eminim. Onları da yaptıklarınla, özenle seçtiğin kelimelerle, özel hissettirdiğini düşünüyorum. Bunun bana özel olmadığını biliyor olsam da kendimi mutlu ve başka biriymişim gibi hissettirdiğin için teşekkür ederim.
Sana baktığımda; henüz 21 yaşında olan bir çocuk görüyorum. Hayatı tam olarak öğrenememiş, ne yapacağını ve çoğu zaman ne diyeceğini bile bilmeyen ufak bir çocuk. Belki de böyle rahat ve şımarık olarak yetiştirildiğin için ne istediğini bir türlü bilemeyen ve sırf bu yüzden her şeyi isteyen bir çocuk. Seni tanıyan herkesin bildiği gibi, insanlara gösterdiğin anlık tepkilerin, almak mecburiyetinde hissettiğin o anlık kararlar, bir anda parlayıp aynı şekilde bir anda sönme hallerin hep bu çocukluğun yüzünden. Adeta bir çocukmuş gibi hiçbir şeyin sonunu düşünmeden, tüm iyi niyetinle yaklaşımların ve aklında başka hiçbir düşünce olmadan bir şeyler yapıyor olman başka neyle ilgili olabilir? Sen, birinin yanında olduysan yanında olmak seni mutlu ettiği için oldun. Birine iltifat ettiysen, o iltifatı gerçekten düşündüğün için ettin. Biri senden bir şey istediği zaman elinden geleni her zaman yaptın çünkü aklına bir başka ihtimal bile gelmedi. İşte sevgili Tuna, en çok da bu yüzden sen bir çocuksun. Ciddiye alınmak isteyen ve sırf bu yüzden dikkat çekebilmek adına ağlamaktan çekinmeyen, kimi zaman kibrini sakladığı utangaç kimi zaman da utangaçlığını sakladığın kibirli bir çocuk. Hepsi bu.
İster bunu kabul et ya da ister her zaman yaptığın gibi alaycı cevaplar ver. Ama sen kimseyi sevemeyeceksin. Sevmek için ne kadar çabalarsan çabala, birini sevemeyeceksin. Çünkü sen kendini sevmiyorsun. Kendini sevmeyen biri, başkasını nasıl sevebilir? Senin asla sevilemeyecek biri olduğunu o kadar inanmış, hayatında hiçbir zaman gerçekten sevilmediğine ve hiçbir zaman da gerçekten sevilmeyeceğinden o kadar çok eminsin ki, kimsenin sana dokunmasına izin vermiyorsun. Kimsenin sana dokunamadığı gibi, sen de kimseye dokunamıyorsun. Hep bir cam giriyor araya ve bu camı her seferinde sen sokuyorsun. Sen sadece sevmek istiyorsun, tıpkı çok sevdiğin filmde de dediği gibi. O kadar çok sevmek istiyorsun ki, insanları o kadar çok sevmek istiyorsun ki, sırf bu kadar çok sevildikleri için seni seveceklerini düşünüyorsun. Sen ne yaparsan yap, seni kimse gerçekten sevmeyecek. Sen sadece var olabildiğin sosyal medyada, sanal sevilmeye mahkumsun. Sen sadece uzaktan sevileceksin ve insanların seni sadece uzaktan sevmelerini sağlayacaksın. Çünkü sen kusurdan ibaretsin. İnsanlar yakına girince, seni tanıyınca, o tüm kusurların farkına varıyor. Bugüne kadar yaptığın her şey bu kusurları örtmek içindi. Ama kusurların o kadar büyük ve belli ki, hiçbir şey örtemeyecek bunları.
Biliyorum. Sen, sadece sen olmak istiyorsun. İnsanların seni görmek istedikleri kişi olmak istemiyorsun. Ne isen o olmak istiyorsun. Ama bu olmayacak. Bu dünyada, bu insanların arasında kendin olamazsın. Nerede yalın, nerede çıplak bir şey varsa onu hemen kendi istedikleri gibi giydirirler. Kendilerine benzemeyen birini gördüklerinde kendilerine benzetebilmek için her şeyi yaparlar. Senin gibi temiz bir şey gördükleri zaman kirletirler. Onların beyaza tahammülü yoktur. İşte sen de bunların arasında sadece kendin olmak, kim olduğunu bilmek istiyorsun. Ama sana kim olduğunu söyleyen hep bir başkasıdır. Adını, soyadını, ülkeni, dinini, giyinmen gereken yerleri, yemek yemen gereken mekanları, hangi şarkıyı dinleyeceğini, hangi filmi izleyeceğini, kimleri sevip, kimlerden nefret etmen gerektiğini hep başkaları söyler. Bir başkası olmak zordur, bir başkasına dönüşmek kolay. İşte bu yüzden bir başkasına dönüşüp dururlar, herkes birbirine benzeyinceye kadar. İşte sen tüm bunların arasında, tüm bu zorluklara rağmen kendin olabilmek, kendin kalabilmek istiyorsun. İşte sevgili dostum, kendin olabilmenin bedelini de yalnızlığınla ödüyorsun.
Yalnızsın. O kadar çok yalnızsın ki, yalnız olmadığını göstermek istedin. Önce sen bu kadar yalnız olmadığına inandırdın kendini, daha sonra hayatındaki diğer insanlar senin aslında yalnız olmadığına inandı. Yalnızlığın büyüdükçe, hayatındaki insanlar da çoğaldı. Hayatındaki insanlar çoğaldıkça, yalnızlığın büyüdü. Yalnızlığın, o kadar çok büyüdü ki artık bu yalnızlığı hep yanında taşıdın. Ama bu yalnızlık, öyle bir büyüdü ki, artık taşıyamaz oldun. Sana ağır geldi. Sırf ismini bile bilmediğin kadınların üzerindeyken, yalnızlıktan kaçıyordun. O kadınlarla birlikteyken, kendini en çok yalnız hissediyor olmana rağmen. Yalnızlığı her fark ettiğinde, ölümü daha çok düşündün. Ölmeyi. Tüm bunlara katlanmak yerine siktir olup gitmeyi. Gidenin dönmediği o gizemli dünya, sana hep ilgi çekici gelmiştir. Neticede gizemini koruyan her şey, çekicidir senin için. Bu yüzden bayılırsın ya kendini açmamaya, kendini hep gizemli tutmaya. Ölümü düşünür, aklından hep intiharı geçirirsin. Senin için kendini öldürmek kolaydır çünkü hayatında hiç ölümü yaşamadın. Savaş görmedin, bir dostunun tabutunu kaldırmak ne demek hiçbir zaman bilmedin, bir mezarda gözyaşı dökmedin, ölüm hayatına hiç uğramadı. Bu yüzden ölümle ilgili bu kadar çok şey düşünüp, bir yandan ölmeyi bu kadar çok arzularken, bir yandan da yaşamak istiyorsun. Ne kadar güzel olduklarını hatırlatıp durduğun o kadınları arzuladığın için ölümü arzulamayı bırakıyorsun.
Zaafını biliyorsun. Ben de biliyorum. Hayatındaki hemen hemen herkes biliyor. Kendini en rezil ettiğin, en küçük duruma düşürdüğün, en çok üzüldüğün, kendine ve inandığın tüm değerlere ihanet ettiğin tek şey bu zaafın. Eminim sana bu durumdan bahsettikçe, sen bana Camus'un sözünü söyleyeceksin. Diyeceksin ki, "Güzelliğin dışında yaşayamam. Beni bazı varlıkların karşısında güçsüz kılan budur." Düşüncelerini, sevdiğin ve örnek aldığın hatta onun gibi olmak istediğin insanların düşünceleriyle desteklemeyi çok seversin. Her zaman çok sevdin. Hep böyle yaptın. Kendi düşüncelerinin aptalca, kötü veya komik bulunmasından dolayı korktun ve belki de sırf bu yüzden yücelttiğin o insanların düşünceleriyle paylaştın kendi düşüncelerini. Belki de sırf onlar gibi olmak istediğin için yaptın. Belki de aslında bugüne kadar yaptığın her şeyin nedeni olan, ciddiye alınmaktı tüm bunların nedeni. Sen kendi düşüncelerini paylaşamayacak kadar korkak ama hak ettiğini düşündüğün hayatı yaşayacak kadar cesursun.
Sen sustun. Susmuştun ve susmanın ibadet sayıldığı yeni bir din arıyordun kendine. Sen sustukça, insanlar konuştu. İnsanlar konuştukça, sen düşündün. Düşünmeye o kadar çok alıştın, insanlar seni düşünmeye o kadar çok itti ki, düşünmeden yapamaz oldun. Her şeyi düşünür oldun. Bir insanla buluşmadan önce onunla buluştuğun zaman olabilecek tüm şeyleri düşündün. Onun sana soracağı sorulara vereceğin cevapları bile düşündün. Tüm bu düşüncelerin dışına çıkmak her seferinde korkuttu seni. Her şeyi anlık yaşamak için olabilecek tüm durumları iyi düşünmen gerekiyordu ve sen de hep düşündün. Düşüncelerinle yaşamaya başladın. Düşüncelerinde yaşamaya başladın. Düşlerinde bir dünya kurdun kendine ve o dünyanın dışındaki dünyaya hep misafirlikteymişsin gibi bakmaya başladın. Kendi kafanın içinde ne kadar rahatsan, misafiri olduğun bu gezegende bir o kadar rahatsız. Bir turist gibiydin. İnsanlarla aynı dili konuşmayı unuttun önce. Sonra kim olduğunu unutmaya başladın. Ve şimdi olduklarından farklı anlamlar yükleyip durduğun kelimeler dışında hiçbir şeyin yok senin. Hatta o kelimeler bile yok artık. Onlar bile terk etti seni. Bir araya gelip, kafandaki cümleleri oluşturamıyorlar. Evet Tunacım Yüksel, sana ait hiçbir şey yok artık.
Ve şimdi sen, sırf benim gelişimle, 22. yaşının gelişiyle her şeyin değişeceğini umut ediyorsun. Ben geleceğim, artık 22 yaşında olacaksın ve her şey düzelecek. Üzgünüm ama böyle bir şey olmayacak. Sen değişmedikçe, hiçbir şey değişmeyecek.
Sevgiler.
- Bir önceki yaşından farkı olmayacak olmaktan ve bir sonraki yaşına dönüşmekten korkan yeni yaşın. 22.
2 Haziran 2018 Cumartesi
borderline günlükleri
ben hiçbir şey
Kütüphanemin önüne geçiyorum, şöyle bir kitaplarıma bakıyorum. Dostoyevski, Kafka, Oğuz Atay, Çehov ve diğerleri. Hepsine göz gezdiriyorum. Ben kocaman bir hiçten ibaretim. Filmlerimin dizili olduğu raflara geçiyorum. Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Trier, Gaspar Noe, Lynch ve bir sürü hayranı olduğum yönetmenlerin filmleriyle göz göze geliyorum, hem ben Xavier Dolan'ı nasıl yeneyim? Ben kocaman bir hiçim. Arkadaşlarımın çektiği filmleri izliyorum, hepsi çok yetenekli, ne film çekmişler ama. Ben ise hiçbir şeyim. Yazdıklarımın hayranı olduğunu söyleyen sosyal medya fenomeninin kitabı üçüncü baskıyı bitirmiş. Evet, ben bir hiçim. Çok güzel bulduğum kadın, attığım mesajı görmüş ama cevap vermemiş. Ben hiçbir şeyim.
bir gündüzüm bir gece
bazen uyanıyorum. aynaya bakıyorum. kendime bakıp "fena değilsin he" diyorum. giderim varmış gibi hissediyorum. ama genellikle, kendimden memnun değilim. kısa boyluyum, göbeğim çıktı ve çirkinim. kendimi sevmiyorum. bir başkası olmak isterdim.
önce tanrı'laştırıp, daha sonra tanrı olamadığı için ona kızıyorum
hiç tanımadığım bir insana olduğundan daha farklı anlamlar yükleyip daha sonra yüklediğim anlamların onu gün geçtikçe daha fazla anlamsızlaştırdığını düşünüyordum. aslında anlamlı olan o değil, ona o anlam yükleyen benim. tanrı gibi gördüğüm insan, nedenini bilmediğim bir şekilde değersiz birine dönüşebiliyor. başka biri olabiliyor. onun duyabileceği en güzel iltifatları kuruyor olsam da bu iltifatlar yerini sert ve hassas noktalarını hedef alabilecek keskin cümlelere dönüşebiliyor.
sana gel diyemem çünkü beni terk edeceksin.
hayatımdaki hemen hemen her insanla arama bir mesafe koyuyorum. çünkü bu mesafe her kaybolduğunda sonunda üzülen, hayal kırıklığına uğrayan ben oluyorum. her insan bir gün gidiyor ve ne kadar etkilenmemiş gibi davransam da kalan ben olduğum için hüsrana uğruyorum. bu yüzden insanlara çok fazla yaklaşmıyorum. onlar da bana yaklaşmıyor.
seks iyi. çünkü düşünmüyorum.
genellikle kendimi bildiğim için kadınlardan kaçıyorum. kendimi uzak tutmayı seviyorum. zaten bende bir şey göremedikleri için onlar adına sorun olmuyor. seks bana iyi gelen şeylerin başında. çünkü onu yaparken düşünmüyorum. uykusunda bile beyni çalışan biri olarak, bunun benim için ne demek olduğunu anlatmaya gerek yok. iyi seviştiğimi düşünüyorum çünkü seksin anlamı bir başka. bambaşka biri olduğum tek yer ve karşımdaki insanla uzun süreli bir şey yaşayamayacağım için bu denli iyi bir hatıra bırakmak hoşuma gidiyor.
mutluyum. hayır mutsuzluktan öleceğim!
ne zaman beni mutlu eden bir şey olsa, kendime mutsuz olacak bir sebep bulabiliyorum. hatta mutsuz olabileceğim bir neden olmazsa, bu nedeni kendim yaratıyorum. mutsuz olmak için hiçbir neden yoksa, bu daha büyük bir mutsuzluğun habercisi olduğu içindir. evet!
öyle bir boşluk ki, doldurmak istedikçe derinliğini hissediyorum.
belki biraz klişe olacak ama boşluktayım. yaptığım, yapmak istediğim her şeyi bu boşluktan kurtulmak için yaptığımı düşünüyorum çoğu zaman. ama öyle ki, hiçbir şey ama hiçbir şey bu boşluğu doldurmamı sağlamıyor. hissettiğim tek şey, bu kocaman boşlukta süzülmek oluyor. derinliğini hissediyorum her seferinde.
ergen miyim acaba?
bilmiyorum. çoğu zaman bunu düşünüyorum. belki de ergenliktir. belki de hiç büyümeyecek adam hastalığına yakalanmışımdır. büyümeyi beklerken, afetle yiyebilirler beni.
insanların net olmasını istiyorum. yalan, ikiyüzlülük, çıkar ilişkileri bana uymuyor.
çoğu zaman insanlarda aradığımı bulamıyorum. bu bende büyük bir mutsuzluk yaratıyor. insanların arasında olmak hoşnut olmuyorum. çünkü net değiller. yalan söylüyorlar. ikiyüzlülük yapıyorlar. bir şey söylerken, hesapladıkları bir şeyler oluyor. bunlar bana göre değil. ben ne isem olmak istiyorum. ama insanlar ne isen o olmanı istemiyor. ne olmalarını istiyorlarsa, o olmanı bekliyorlar.
hayranı olduğum insanların arasında olmaktan keyifliyim.
bir insanın yaptıkları, ürettikleri hoşuma gidiyor. olmak istediğim insanların arasında olmaktan mutluluk duyuyorum. keşke onlar gibi olabilsem dediğim insanların yanında olmak istiyorum. ama onların yanında, onlara müthiş bir saygı ve şaşkınlıkla bakmaktan, ne yapacağımı bilemiyorum. sırf bu ne yapacağımı bilememe tavırlarım yüzünden onların yanında kendimi gerizekalı hissettiğim için onlardan da kaçmak istiyorum.
ufak ayrıntılar aslında pek ufak değil.
genellikle arkadaşlarım bile benim çok ufak şeyleri büyüttüğümü söylüyorlar. onlara trip atmak için bahaneler bulduğumu dile getiriyorlar. bilmiyorum belki de doğrudur. ama bence ben büyütmüyorum. insan ilişkilerine önem vermenin önemli olduğunu düşünüyorum. insanlara, benim insanların bana davranmasını beklediğim gibi davranıyorum. hepsine, müthiş derecede bir saygı gösteriyorum. ve saygı bekliyorum. insanın, söylediği kelimelerin nereye gidebileceğini bilmesi gerekiyor. özensizce seçilmiş kelimeler, alınmayan bir selam, küstahca kurulmuş cümleler, alaycı bir gülüş, herhangi bir sebepten dolayı hor görme bana doğru gelmiyor.
benim yaratıcım hayatımdaki insanlardır.
ben diye bir şeyden bahsedebilir miyim? pek sanmıyorum. çünkü ben diye bir şey var mı? bilmiyorum. ben deyince aklıma hiçbir şey canlanmıyor. oysa sıfatlar bunu sağlamaz? demek ki, ben diye bir şey yok. ben, hayatımdaki insanların el birliği ile oluşturdukları, oluşturmaya çalıştıkları ya da benim onların olmamı istediklerini düşündüğü insan profillerinin tümünü barındırıyorum.
yazamıyorum. iyi bir yazarım ama kafamda.
14 yaşından beri yazarak para kazanıyorum. futbol yazıyordum şimdilerde ise ne bulursam onu yazıyorum. yazmayı seviyorum. okula gitmeden, hatalar yaparak öğrendim her şeyi. yetenekli olduğumu düşünmüyorum ama yazmayı seviyorum. benim sorunum, yazarken sıkılıyor olmam. bir şeyi yazarken, o şeyi derinleştirmeden o şeyle ilgili düşünceler bir başka düşünceye sürüklüyor beni. hal böyle olunca, yazdığım şeyler beni tatmin etmiyor. kafamda kurduğum cümleleri, kağıda dökemiyorum. kafamda o kadar çok şey geçiyor ki, hangi birini yakalasam aklımda hep dönüp duran diğer cümleler kalıyor.
susmalıyım. konuşursam kendimi ifşa ederim.
beni tanımayan insanlar, benim çok sessiz biri olduğumu söylüyor. doğru. ben susarım, hiç konuşmaya ihtiyaç duymam. ancak dışarıya çıktığım zaman, insanların yanında konuşmak zorunda kalıyorum. ve bunlar aslında merak etmediğim, umurumda olmayan ancak sırf konuşmanın devam edebilmesi, karşımdaki insanın sıkılmaması ve bir şekilde iletişim kurma zorunluluğundan kalıyor. ancak ne zaman kendimi konuşmak zorunda bulsam, korkuyorum. yanlış bir şey söylemekten. konuştuğum zaman, kendimden bir şeyleri açıyorum. açtığım şeyler ise beni korkutuyor. çünkü insanlar, o açtığım şeylerden benim kim olduğuma karar verip, öyle yargılıyorlar. benim olduğumu düşündükleri insan aslında olmadığımı anlamalarını istiyorum. bu yüzden hayatım, o gece söyleyip ertesi gün söylediğim için pişman olduğum cümlelerden oluşuyor.
Kütüphanemin önüne geçiyorum, şöyle bir kitaplarıma bakıyorum. Dostoyevski, Kafka, Oğuz Atay, Çehov ve diğerleri. Hepsine göz gezdiriyorum. Ben kocaman bir hiçten ibaretim. Filmlerimin dizili olduğu raflara geçiyorum. Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Trier, Gaspar Noe, Lynch ve bir sürü hayranı olduğum yönetmenlerin filmleriyle göz göze geliyorum, hem ben Xavier Dolan'ı nasıl yeneyim? Ben kocaman bir hiçim. Arkadaşlarımın çektiği filmleri izliyorum, hepsi çok yetenekli, ne film çekmişler ama. Ben ise hiçbir şeyim. Yazdıklarımın hayranı olduğunu söyleyen sosyal medya fenomeninin kitabı üçüncü baskıyı bitirmiş. Evet, ben bir hiçim. Çok güzel bulduğum kadın, attığım mesajı görmüş ama cevap vermemiş. Ben hiçbir şeyim.
bir gündüzüm bir gece
bazen uyanıyorum. aynaya bakıyorum. kendime bakıp "fena değilsin he" diyorum. giderim varmış gibi hissediyorum. ama genellikle, kendimden memnun değilim. kısa boyluyum, göbeğim çıktı ve çirkinim. kendimi sevmiyorum. bir başkası olmak isterdim.
önce tanrı'laştırıp, daha sonra tanrı olamadığı için ona kızıyorum
hiç tanımadığım bir insana olduğundan daha farklı anlamlar yükleyip daha sonra yüklediğim anlamların onu gün geçtikçe daha fazla anlamsızlaştırdığını düşünüyordum. aslında anlamlı olan o değil, ona o anlam yükleyen benim. tanrı gibi gördüğüm insan, nedenini bilmediğim bir şekilde değersiz birine dönüşebiliyor. başka biri olabiliyor. onun duyabileceği en güzel iltifatları kuruyor olsam da bu iltifatlar yerini sert ve hassas noktalarını hedef alabilecek keskin cümlelere dönüşebiliyor.
sana gel diyemem çünkü beni terk edeceksin.
hayatımdaki hemen hemen her insanla arama bir mesafe koyuyorum. çünkü bu mesafe her kaybolduğunda sonunda üzülen, hayal kırıklığına uğrayan ben oluyorum. her insan bir gün gidiyor ve ne kadar etkilenmemiş gibi davransam da kalan ben olduğum için hüsrana uğruyorum. bu yüzden insanlara çok fazla yaklaşmıyorum. onlar da bana yaklaşmıyor.
seks iyi. çünkü düşünmüyorum.
genellikle kendimi bildiğim için kadınlardan kaçıyorum. kendimi uzak tutmayı seviyorum. zaten bende bir şey göremedikleri için onlar adına sorun olmuyor. seks bana iyi gelen şeylerin başında. çünkü onu yaparken düşünmüyorum. uykusunda bile beyni çalışan biri olarak, bunun benim için ne demek olduğunu anlatmaya gerek yok. iyi seviştiğimi düşünüyorum çünkü seksin anlamı bir başka. bambaşka biri olduğum tek yer ve karşımdaki insanla uzun süreli bir şey yaşayamayacağım için bu denli iyi bir hatıra bırakmak hoşuma gidiyor.
mutluyum. hayır mutsuzluktan öleceğim!
ne zaman beni mutlu eden bir şey olsa, kendime mutsuz olacak bir sebep bulabiliyorum. hatta mutsuz olabileceğim bir neden olmazsa, bu nedeni kendim yaratıyorum. mutsuz olmak için hiçbir neden yoksa, bu daha büyük bir mutsuzluğun habercisi olduğu içindir. evet!
öyle bir boşluk ki, doldurmak istedikçe derinliğini hissediyorum.
belki biraz klişe olacak ama boşluktayım. yaptığım, yapmak istediğim her şeyi bu boşluktan kurtulmak için yaptığımı düşünüyorum çoğu zaman. ama öyle ki, hiçbir şey ama hiçbir şey bu boşluğu doldurmamı sağlamıyor. hissettiğim tek şey, bu kocaman boşlukta süzülmek oluyor. derinliğini hissediyorum her seferinde.
ergen miyim acaba?
bilmiyorum. çoğu zaman bunu düşünüyorum. belki de ergenliktir. belki de hiç büyümeyecek adam hastalığına yakalanmışımdır. büyümeyi beklerken, afetle yiyebilirler beni.
insanların net olmasını istiyorum. yalan, ikiyüzlülük, çıkar ilişkileri bana uymuyor.
çoğu zaman insanlarda aradığımı bulamıyorum. bu bende büyük bir mutsuzluk yaratıyor. insanların arasında olmak hoşnut olmuyorum. çünkü net değiller. yalan söylüyorlar. ikiyüzlülük yapıyorlar. bir şey söylerken, hesapladıkları bir şeyler oluyor. bunlar bana göre değil. ben ne isem olmak istiyorum. ama insanlar ne isen o olmanı istemiyor. ne olmalarını istiyorlarsa, o olmanı bekliyorlar.
hayranı olduğum insanların arasında olmaktan keyifliyim.
bir insanın yaptıkları, ürettikleri hoşuma gidiyor. olmak istediğim insanların arasında olmaktan mutluluk duyuyorum. keşke onlar gibi olabilsem dediğim insanların yanında olmak istiyorum. ama onların yanında, onlara müthiş bir saygı ve şaşkınlıkla bakmaktan, ne yapacağımı bilemiyorum. sırf bu ne yapacağımı bilememe tavırlarım yüzünden onların yanında kendimi gerizekalı hissettiğim için onlardan da kaçmak istiyorum.
ufak ayrıntılar aslında pek ufak değil.
genellikle arkadaşlarım bile benim çok ufak şeyleri büyüttüğümü söylüyorlar. onlara trip atmak için bahaneler bulduğumu dile getiriyorlar. bilmiyorum belki de doğrudur. ama bence ben büyütmüyorum. insan ilişkilerine önem vermenin önemli olduğunu düşünüyorum. insanlara, benim insanların bana davranmasını beklediğim gibi davranıyorum. hepsine, müthiş derecede bir saygı gösteriyorum. ve saygı bekliyorum. insanın, söylediği kelimelerin nereye gidebileceğini bilmesi gerekiyor. özensizce seçilmiş kelimeler, alınmayan bir selam, küstahca kurulmuş cümleler, alaycı bir gülüş, herhangi bir sebepten dolayı hor görme bana doğru gelmiyor.
benim yaratıcım hayatımdaki insanlardır.
ben diye bir şeyden bahsedebilir miyim? pek sanmıyorum. çünkü ben diye bir şey var mı? bilmiyorum. ben deyince aklıma hiçbir şey canlanmıyor. oysa sıfatlar bunu sağlamaz? demek ki, ben diye bir şey yok. ben, hayatımdaki insanların el birliği ile oluşturdukları, oluşturmaya çalıştıkları ya da benim onların olmamı istediklerini düşündüğü insan profillerinin tümünü barındırıyorum.
yazamıyorum. iyi bir yazarım ama kafamda.
14 yaşından beri yazarak para kazanıyorum. futbol yazıyordum şimdilerde ise ne bulursam onu yazıyorum. yazmayı seviyorum. okula gitmeden, hatalar yaparak öğrendim her şeyi. yetenekli olduğumu düşünmüyorum ama yazmayı seviyorum. benim sorunum, yazarken sıkılıyor olmam. bir şeyi yazarken, o şeyi derinleştirmeden o şeyle ilgili düşünceler bir başka düşünceye sürüklüyor beni. hal böyle olunca, yazdığım şeyler beni tatmin etmiyor. kafamda kurduğum cümleleri, kağıda dökemiyorum. kafamda o kadar çok şey geçiyor ki, hangi birini yakalasam aklımda hep dönüp duran diğer cümleler kalıyor.
susmalıyım. konuşursam kendimi ifşa ederim.
beni tanımayan insanlar, benim çok sessiz biri olduğumu söylüyor. doğru. ben susarım, hiç konuşmaya ihtiyaç duymam. ancak dışarıya çıktığım zaman, insanların yanında konuşmak zorunda kalıyorum. ve bunlar aslında merak etmediğim, umurumda olmayan ancak sırf konuşmanın devam edebilmesi, karşımdaki insanın sıkılmaması ve bir şekilde iletişim kurma zorunluluğundan kalıyor. ancak ne zaman kendimi konuşmak zorunda bulsam, korkuyorum. yanlış bir şey söylemekten. konuştuğum zaman, kendimden bir şeyleri açıyorum. açtığım şeyler ise beni korkutuyor. çünkü insanlar, o açtığım şeylerden benim kim olduğuma karar verip, öyle yargılıyorlar. benim olduğumu düşündükleri insan aslında olmadığımı anlamalarını istiyorum. bu yüzden hayatım, o gece söyleyip ertesi gün söylediğim için pişman olduğum cümlelerden oluşuyor.
21 Mayıs 2018 Pazartesi
aynayı kendi yüzüne tutmak iyidir. aslında kim olduğunu hatırlatır insana.
Bilmiyorum yaşımdan dolayı mı yoksa seçtiğim işten dolayı mı ama etrafımdaki tüm yaşıtım arkadaşlarımın hep bir şeyler yapma çabasının farkındayım. Yalnız değilim, sadece ben değilim. Çevremdeki insanların, özellikle belli bir yere gelebilmiş insanların bile kendilerini gösterebilmesi için her şeyi yapmaları bana komik geliyor. Yine de onları böyle görmek beni mutlu ediyor. Ben böyle biri olmak istemiyorum. Arkadaşlarım çoğu zaman istedikleri şey olabilmek için kendilerinden ödün vermeye hazırlar, her şeyi yapabilirler. Kendilerinden bahsedip, ne kadar iyi olduklarından bahsetmeye meraklılar. Ben ise öyle değilim, öyle olmak istemiyorum. Kurduğum cümlelerden emin değilim ve bu yüzden korkarak söylüyorum cümlelerimi. Çünkü söylediğim şeyler, yanlış olabilir, değişebilir. Zaten önemli şeyler söylemeyeceğim hiçbir zaman. Kendime karşı acımasız biri olduğum için ne olduğumu ya da ne olmadığımı biliyorum. Belki de bu bilgim yüzünden, kendimi sevmiyorum ve kendimden nefret ediyorum.
Her şeyin nedeni olarak yalnızlığı görüyorum. Yalnızlık, büyük bir sorun. Belki her zaman böyleydi ama şimdi bu çağda daha büyük sorun. Ben yalnız bir insanım hatta çok büyük bir yalnızım. Pessoa 20. yüzyılın en büyük yalnızı, ben ise 21. yüzyılın en büyük yalnız insanıyım derim. Kendi yalnızlığımdan bahsetmeye meraklıyımdır biraz. Ama yine de bu durumdan bahsettiğim arkadaşlarım, kız arkadaşlarım buna inanmaz. Halbuki yalnızım. Hayatta yapmaya çalıştığım, yapmadığım her şey bu yalnızlıkla ilgili. Yalnızlığım yüzünden, bir şeyler üretmeye ihtiyaç duyuyorum. Yalnız birisi olduğum için genelde konuşmaya ihtiyaç duymuyorum, çünkü tek başımayken kafamın içinde konuşmaya o kadar çok alıştım ki, konuşunca o kafamın içindekileri saklamak için konuşmaya başlıyorum. Bir de konuşmaya ihtiyaç duymadığım için konuşmam gerektiği zaman ne diyeceğimi bilemeyip saçmalıyorum. Bu yüzden çoğu zaman da saçmalamamak için susuyorum. Yalnızlığı çok seviyorum ama kendimi dinlemekten kaçınıyorum çünkü kahkahalar atarken bile kendi iç sesimi dinleyip intiharı düşleyebilirim. Bu yüzden yalnız kalmamaya çalışıyorum. Kadınlar bu konuda bana iyi geliyor. Sevişirken düşünmeme gerek kalmıyor, kendi iç sesimi duymuyorum. Belki de bu yüzden tek gecelik ilişkilerin adamıyım. Çünkü bir kadının beni sevmesi için hiçbir neden göremiyorum, onlar da çoğu zaman görmüyor. Geleneksel ilişkiler bana göre değil çünkü insan ilişkilerine önem veren biriyim ve her ilişki mesai gerektiriyor. Tek gecelik ilişkiler, tutkulu bir şekilde başlayıp bittiğinde de öyle bitebiliyor. Ancak diğer türlüsünde o tutku eninde sonunda bitiyor, işler kötüye gitmeye başlıyor ve çoğu zaman ne zaman, neden kötüye gideceğini anlamış oluyorum, ve en sonunda her şey kötü bir şekilde bitiyor. Bittikten sonra benim için her şey daha kötüye gidiyor. Hayatımda anlayamadığım şeylerden biri, bir zamanlar hayatında olan, çok sevdiğini söylediğin ve belki de sevildiğini duyduğun insanın bir gün bir yabancıya dönüşmesi. Bence bu en korkunç duygu. Bunu alışmam mümkün değil. Bu durumdan o kadar çok korkuyorum ki, insanlarla yakınlık kuramıyorum, hep bir duvar oluyor önümde. Dokunmaya çalıştıkça o duvarı daha çok fark ediyorum. Nasıl olsa eninde sonunda yabancı olacaksın, profil fotoğrafını göremeyeceğim, ne yaptığını bilemeyeceğim, seninle geçirdiğim zamanı bir başka şekilde geçirmeyi dileyeceğim ya da daha kötüsü o günleri özleyeceğim. O zaman ne gerek var?
Kendimden emin olmak istiyorum. Kim olduğum konusunda emin değilim. Kendim diye bir şeyden bahsedebilir miyim? Onu da bilmiyorum. Çünkü hayatımdaki her insan, beni farklı biri olarak tanımlıyor. Ben ise onların arasındaki hangi benin, gerçek ben olduğunu düşünüyorum. Belki tüm hepsi, gerçek beni oluşturan küçük parçalardır. Belki de ben diye bir şey yoktur, etrafımdaki insanların şekillendirdiği küçük parçalar vardır ve o kadar küçüklerdir ki, hepsi bir araya gelince beni oluşturamıyorlardır.
Hayatımdaki insanlardan pek bir beklentim yok, hatta hiç yok. Kimseden bir beklenti içerisinde değilim. Bir şeyler yazmak istiyorum, kendim yazıyorum. Bir şeyler çekmek istiyorum, kendim ne yapabiliyorsam onu yapıyorum. İnternet kafelerinde 36 saat hiç uyumadan kurgu da yaparım, sadece bir tripod ve bir kamerayla ne yapabiliyorsam onu da yaparım. Çünkü ben buyum, sadece sevdiğim şeyleri yapmak istiyorum. Onları yaparken düşünmüyorum sadece. Sinema, edebiyat, futbol ve seks dışında bunu sağlayabilecek bir şey arıyorum, belki bulursam her şeyi geride bırakır ona yönelirim. Halı saha maçına gittiğim zaman bile sadece futbolu sevdiğim için oradayım, başka bir düşüncem olmuyor. Ben hayatımdaki her şeye sadece böyle bakmak istiyorum.
Kadınlar hayatımdaki en büyük zaafım, bunu biliyorum. Bu yüzden kendimi çok suçluyorum, değişeceğimi söylüyorum ama hiçbir zaman başaramadım bunu. Herhangi bir kadını, sırf bir nedenden dolayı, çok güzel bulabilirim. Hatta çoğu zaman bu nedeni kendim yaratırım. Kadınlara olduğundan daha fazla anlam yüklemeyi seviyorum, onları -her birini- Tanrılaştırabiliyorum. Kimi zaman bu yüzden Issız Adam erkeklerinden olduğum söylenip, kadınları küçük düşürdüğüm onları obje olarak gördüğüm dile getiriliyor ama bu doğru değil. Çünkü ben kadınlara her zaman iyi hissettirmeye ve onları özel biri olarak gösteriyorum. Bunun karşılığında çoğu zaman kendimi rezil etmiş bir şekilde buluyorum ama olsun. Herhangi bir kadın, beni kandırabilir. Camus'un dediği gibi güzelliğin dışında yaşayamıyorum ve beni kadınların karşısında güçsüz kılan şey bu.
Anlamadığım bir şekilde hayatıma benden bambaşka insanlar girdi. İşlerini iyi yapan, insanların tanıdığı, ünlü simalara dokunabilmeye başladım. Bunu yaparken, herhangi bir sıfatım yok. Ancak bunu yapmak isteyen, benim gibi herhangi bir sıfatı olmayan insanlar gibi gözükmek istemediğim için uzak durmaya çalışıyorum. Kendimi ispat etmek, kendime bir sıfat bulmak peşindeyim. Çünkü şimdi onların karşısında sanki onların başarısından, onlardan yararlanmak istiyormuşum gibi gözükmesinden korkuyorum. Ben öyle biri değilim, olmadım ama onların böyle düşünmesi beni korkutuyor. Zaten onların yanında ne diyeceğimi bilemediğim için hemen onlardan kaçmaya çalışıyorum. Küçükken onlarla olmak isterdim ama şimdi büyüdükçe anlıyorum ki, ben onlarla değil onlardan olmak istiyormuşum.
Alkolün bana iyi geldiğini düşünüyorum. Özgüven veriyor bana. İnsanların karşısına çıkmam için bir şeyler içmeliyim. Ama çok içmemeye özen gösteriyorum yoksa saçmalıyorum, çok konuşuyorum. Her çok konuşan gibi boş konuşmaya başlayabiliyorum. Boş konuşmak istemiyorum. Kelimelere, hayatımda her şeye olduğu gibi gereğinden fazla anlam yükleyen biriyim. Bu yüzden kurduğum her kelimenin, yaptığım her işin bir anlam ifade etmesini istiyorum. Ancak ne söylediklerim, ne yaptıklarım bir anlam ifade etmiyor. Ben de o yüzden hiçbir şey söylemeyip, hiçbir şey yapmıyorum...
Her şeyin nedeni olarak yalnızlığı görüyorum. Yalnızlık, büyük bir sorun. Belki her zaman böyleydi ama şimdi bu çağda daha büyük sorun. Ben yalnız bir insanım hatta çok büyük bir yalnızım. Pessoa 20. yüzyılın en büyük yalnızı, ben ise 21. yüzyılın en büyük yalnız insanıyım derim. Kendi yalnızlığımdan bahsetmeye meraklıyımdır biraz. Ama yine de bu durumdan bahsettiğim arkadaşlarım, kız arkadaşlarım buna inanmaz. Halbuki yalnızım. Hayatta yapmaya çalıştığım, yapmadığım her şey bu yalnızlıkla ilgili. Yalnızlığım yüzünden, bir şeyler üretmeye ihtiyaç duyuyorum. Yalnız birisi olduğum için genelde konuşmaya ihtiyaç duymuyorum, çünkü tek başımayken kafamın içinde konuşmaya o kadar çok alıştım ki, konuşunca o kafamın içindekileri saklamak için konuşmaya başlıyorum. Bir de konuşmaya ihtiyaç duymadığım için konuşmam gerektiği zaman ne diyeceğimi bilemeyip saçmalıyorum. Bu yüzden çoğu zaman da saçmalamamak için susuyorum. Yalnızlığı çok seviyorum ama kendimi dinlemekten kaçınıyorum çünkü kahkahalar atarken bile kendi iç sesimi dinleyip intiharı düşleyebilirim. Bu yüzden yalnız kalmamaya çalışıyorum. Kadınlar bu konuda bana iyi geliyor. Sevişirken düşünmeme gerek kalmıyor, kendi iç sesimi duymuyorum. Belki de bu yüzden tek gecelik ilişkilerin adamıyım. Çünkü bir kadının beni sevmesi için hiçbir neden göremiyorum, onlar da çoğu zaman görmüyor. Geleneksel ilişkiler bana göre değil çünkü insan ilişkilerine önem veren biriyim ve her ilişki mesai gerektiriyor. Tek gecelik ilişkiler, tutkulu bir şekilde başlayıp bittiğinde de öyle bitebiliyor. Ancak diğer türlüsünde o tutku eninde sonunda bitiyor, işler kötüye gitmeye başlıyor ve çoğu zaman ne zaman, neden kötüye gideceğini anlamış oluyorum, ve en sonunda her şey kötü bir şekilde bitiyor. Bittikten sonra benim için her şey daha kötüye gidiyor. Hayatımda anlayamadığım şeylerden biri, bir zamanlar hayatında olan, çok sevdiğini söylediğin ve belki de sevildiğini duyduğun insanın bir gün bir yabancıya dönüşmesi. Bence bu en korkunç duygu. Bunu alışmam mümkün değil. Bu durumdan o kadar çok korkuyorum ki, insanlarla yakınlık kuramıyorum, hep bir duvar oluyor önümde. Dokunmaya çalıştıkça o duvarı daha çok fark ediyorum. Nasıl olsa eninde sonunda yabancı olacaksın, profil fotoğrafını göremeyeceğim, ne yaptığını bilemeyeceğim, seninle geçirdiğim zamanı bir başka şekilde geçirmeyi dileyeceğim ya da daha kötüsü o günleri özleyeceğim. O zaman ne gerek var?
Kendimden emin olmak istiyorum. Kim olduğum konusunda emin değilim. Kendim diye bir şeyden bahsedebilir miyim? Onu da bilmiyorum. Çünkü hayatımdaki her insan, beni farklı biri olarak tanımlıyor. Ben ise onların arasındaki hangi benin, gerçek ben olduğunu düşünüyorum. Belki tüm hepsi, gerçek beni oluşturan küçük parçalardır. Belki de ben diye bir şey yoktur, etrafımdaki insanların şekillendirdiği küçük parçalar vardır ve o kadar küçüklerdir ki, hepsi bir araya gelince beni oluşturamıyorlardır.
Hayatımdaki insanlardan pek bir beklentim yok, hatta hiç yok. Kimseden bir beklenti içerisinde değilim. Bir şeyler yazmak istiyorum, kendim yazıyorum. Bir şeyler çekmek istiyorum, kendim ne yapabiliyorsam onu yapıyorum. İnternet kafelerinde 36 saat hiç uyumadan kurgu da yaparım, sadece bir tripod ve bir kamerayla ne yapabiliyorsam onu da yaparım. Çünkü ben buyum, sadece sevdiğim şeyleri yapmak istiyorum. Onları yaparken düşünmüyorum sadece. Sinema, edebiyat, futbol ve seks dışında bunu sağlayabilecek bir şey arıyorum, belki bulursam her şeyi geride bırakır ona yönelirim. Halı saha maçına gittiğim zaman bile sadece futbolu sevdiğim için oradayım, başka bir düşüncem olmuyor. Ben hayatımdaki her şeye sadece böyle bakmak istiyorum.
Kadınlar hayatımdaki en büyük zaafım, bunu biliyorum. Bu yüzden kendimi çok suçluyorum, değişeceğimi söylüyorum ama hiçbir zaman başaramadım bunu. Herhangi bir kadını, sırf bir nedenden dolayı, çok güzel bulabilirim. Hatta çoğu zaman bu nedeni kendim yaratırım. Kadınlara olduğundan daha fazla anlam yüklemeyi seviyorum, onları -her birini- Tanrılaştırabiliyorum. Kimi zaman bu yüzden Issız Adam erkeklerinden olduğum söylenip, kadınları küçük düşürdüğüm onları obje olarak gördüğüm dile getiriliyor ama bu doğru değil. Çünkü ben kadınlara her zaman iyi hissettirmeye ve onları özel biri olarak gösteriyorum. Bunun karşılığında çoğu zaman kendimi rezil etmiş bir şekilde buluyorum ama olsun. Herhangi bir kadın, beni kandırabilir. Camus'un dediği gibi güzelliğin dışında yaşayamıyorum ve beni kadınların karşısında güçsüz kılan şey bu.
Anlamadığım bir şekilde hayatıma benden bambaşka insanlar girdi. İşlerini iyi yapan, insanların tanıdığı, ünlü simalara dokunabilmeye başladım. Bunu yaparken, herhangi bir sıfatım yok. Ancak bunu yapmak isteyen, benim gibi herhangi bir sıfatı olmayan insanlar gibi gözükmek istemediğim için uzak durmaya çalışıyorum. Kendimi ispat etmek, kendime bir sıfat bulmak peşindeyim. Çünkü şimdi onların karşısında sanki onların başarısından, onlardan yararlanmak istiyormuşum gibi gözükmesinden korkuyorum. Ben öyle biri değilim, olmadım ama onların böyle düşünmesi beni korkutuyor. Zaten onların yanında ne diyeceğimi bilemediğim için hemen onlardan kaçmaya çalışıyorum. Küçükken onlarla olmak isterdim ama şimdi büyüdükçe anlıyorum ki, ben onlarla değil onlardan olmak istiyormuşum.
Alkolün bana iyi geldiğini düşünüyorum. Özgüven veriyor bana. İnsanların karşısına çıkmam için bir şeyler içmeliyim. Ama çok içmemeye özen gösteriyorum yoksa saçmalıyorum, çok konuşuyorum. Her çok konuşan gibi boş konuşmaya başlayabiliyorum. Boş konuşmak istemiyorum. Kelimelere, hayatımda her şeye olduğu gibi gereğinden fazla anlam yükleyen biriyim. Bu yüzden kurduğum her kelimenin, yaptığım her işin bir anlam ifade etmesini istiyorum. Ancak ne söylediklerim, ne yaptıklarım bir anlam ifade etmiyor. Ben de o yüzden hiçbir şey söylemeyip, hiçbir şey yapmıyorum...
15 Mayıs 2018 Salı
yalnız geçmeyen bir geceden, yalnız geçecek bir sabaha
"Sevgili Melis, -ya da adın her neyse-
O kadar güzel uyuyordun ki, seni uyandırmak istemedim. Zaten sen uyanmış olsaydın, tüm bunları yüzüne söyleme cesaretini kendimde bulamazdım. Eğer bunları okuyor oluyorsan, senden izin almadan, bilgisayarını açıp tüm bunları yazma cesaretini bulmuşum demektir, aferin bana.
Dün gece sana olduğumu söylediğim kişi olmadığımı söylemek istiyorum. Ben bir yazar değilim. Keşke yazdığım şeylerin bir anlam ifade ettiğini söyleyebilseydim ama bu doğru değil. Yazdıklarım anlamsız şeyler ve okuyan için bir şey vaat etmiyorlar, yani aslında yazılarımın bu yönleriyle bana benzediklerini söyleyebilirim. Sonuçta, hiç kimseye bir şey vaat etmiyorum belki de vaat edemiyorum. Yine de sana yazdığım tüm bu cümlelerin bir anlam taşımasına ve söyleyecek bir şeyimin olmasına çaba gösterdiğimi bilmeni istiyorum.
Seninle birlikte olduğum için çok mutluyum. Senin kadar güzel bir kadının, benim gibi çirkin, kilolu, kısa boylu, sakalı bile doğru düzgün çıkmayan biriyle birlikte olması halen bu dünyada kelimelerin ve zekanın gücüne inanan birilerinin olduğunun en büyük göstergesidir. Ve tabii benim de bunları iyi kullandığımı gösterir. Bana bunları hissettirdiğin için sana ayrıca teşekkür ederim. Biliyorsun ki, benim gibi erkekler hep kelimelere ve zekaya sığınır. Çünkü yakışıklı, iyi bir vücuda sahip, zengin ya da bu tarz sıfatlara sahip diğer erkeklerin başka bir şeye ihtiyacı yoktur. Onlar komik olmaya çalışmazlar, düşünmelerine gerek yoktur, kurdukları cümleleriyle etkileyici olma gibi dertleri yoktur. Her neyse. Bu tip erkekleri, benden daha iyi bildiğine ve tanıdığına eminim. Yine de, sırf seninle uzun -ya da daha farklı, adı her ne boksa- bir ilişki yaşayabilmek için o tip erkeklerden olmak isterdim. Bilemiyorum en azından şu an olduğum kişi olmasaydım keşke. Belki o zaman, sen ve ben, birlikte bir anlam ifade edebilirdik. Ama biliyorum ki, şimdi sadece sana verebileceğim tek şey benim kafamdaki o karışıklık, içimdeki kocaman ve anlamsız bir boşluk, hayata karşı olan umutsuzluğum, ne yapacağımı bilememe hissim ile yaşamak konusundaki acemisizliğim olacaktır. Bu yüzden düşününce, seninle sadece sevişmiş olmanın daha iyi olacağını düşünmekteyim. Çünkü aksi bir durumda kendimle olan bu savaşımdan senin de etkileneceğinin farkındayım. Ben kendimle böylesine bir savaş halindeyken, seni benim gibi Ortadoğu'dan farksız olan, kendi bataklığıma nasıl sürükleyebilirim?
Uyanıp tüm bu cümleleri okuduğun zaman yüzünde oluşacak ifadeyi düşünüyorum ve bu bana çok güzel geliyor. Saçların dağınık, gözlerin uykudan yeni kalktığı için biraz daha çekik duruyor ve hafif uykulusun. Evet seni görerek güne başlamak, o günün güzel geçmesi demek, bu yüzden evindeki tüm eşyaları kıskanıyorum. Eğer sen de tüm bu cümleleri sana yazan beni hayal edeceksek olursan, sakın elinde sigarası, karanlık bir ortamda, oldukça havalı bir şekilde yazdığımı düşünme. Çünkü ben öyle havalı yazarlardan değilim. Aslında bakarsan, ben yazar bile değilim.
Sen uyanmadan gitmeliyim, bu yüzden çok fazla uzatmamalıyım. Umarım, belki bir gün, yeniden bir araya gelebiliriz. Belki o zaman, kendimle olan bu savaşımdan galip çıkan ben olmuş olurum ve seninle birlikte, bambaşka bir şekilde, bu kez daha uzun,daha ciddi, daha geleneksel bir ilişki içerisinde oluruz. Yani sen de istersen. Tabii o zamana kadar, hayatına -belki de hak ettiğini düşündüğün gibi, ve hatta belki de hak ettiğin gibi- uzun boylu, kaslı, yakışıklı, bolca paraya sahip, iyi araba kullanabilen, tüm bunlarla övünen bir erkek girmezse. Kiminle olursan ol, umarım mutlu olursun. Çünkü bunu hak ediyorsun. Bu güzelliğin, onu hak etmeyen bir kimseyle solup gitmesine izin verme.
Yine de beni unutma. Çünkü ben seni hiçbir zaman unutmayacağım. Tıpkı diğerlerinde olduğu gibi, seni kendimle birlikte taşımaya devam edeceğim. Mutlu kal.
- Sana öyle masum masum bakan Tuna'n. ya da Cafer Can'ın. ya da Aytuğ'un. ya da İlker'in. ya da her neysem o."
O kadar güzel uyuyordun ki, seni uyandırmak istemedim. Zaten sen uyanmış olsaydın, tüm bunları yüzüne söyleme cesaretini kendimde bulamazdım. Eğer bunları okuyor oluyorsan, senden izin almadan, bilgisayarını açıp tüm bunları yazma cesaretini bulmuşum demektir, aferin bana.
Dün gece sana olduğumu söylediğim kişi olmadığımı söylemek istiyorum. Ben bir yazar değilim. Keşke yazdığım şeylerin bir anlam ifade ettiğini söyleyebilseydim ama bu doğru değil. Yazdıklarım anlamsız şeyler ve okuyan için bir şey vaat etmiyorlar, yani aslında yazılarımın bu yönleriyle bana benzediklerini söyleyebilirim. Sonuçta, hiç kimseye bir şey vaat etmiyorum belki de vaat edemiyorum. Yine de sana yazdığım tüm bu cümlelerin bir anlam taşımasına ve söyleyecek bir şeyimin olmasına çaba gösterdiğimi bilmeni istiyorum.
Seninle birlikte olduğum için çok mutluyum. Senin kadar güzel bir kadının, benim gibi çirkin, kilolu, kısa boylu, sakalı bile doğru düzgün çıkmayan biriyle birlikte olması halen bu dünyada kelimelerin ve zekanın gücüne inanan birilerinin olduğunun en büyük göstergesidir. Ve tabii benim de bunları iyi kullandığımı gösterir. Bana bunları hissettirdiğin için sana ayrıca teşekkür ederim. Biliyorsun ki, benim gibi erkekler hep kelimelere ve zekaya sığınır. Çünkü yakışıklı, iyi bir vücuda sahip, zengin ya da bu tarz sıfatlara sahip diğer erkeklerin başka bir şeye ihtiyacı yoktur. Onlar komik olmaya çalışmazlar, düşünmelerine gerek yoktur, kurdukları cümleleriyle etkileyici olma gibi dertleri yoktur. Her neyse. Bu tip erkekleri, benden daha iyi bildiğine ve tanıdığına eminim. Yine de, sırf seninle uzun -ya da daha farklı, adı her ne boksa- bir ilişki yaşayabilmek için o tip erkeklerden olmak isterdim. Bilemiyorum en azından şu an olduğum kişi olmasaydım keşke. Belki o zaman, sen ve ben, birlikte bir anlam ifade edebilirdik. Ama biliyorum ki, şimdi sadece sana verebileceğim tek şey benim kafamdaki o karışıklık, içimdeki kocaman ve anlamsız bir boşluk, hayata karşı olan umutsuzluğum, ne yapacağımı bilememe hissim ile yaşamak konusundaki acemisizliğim olacaktır. Bu yüzden düşününce, seninle sadece sevişmiş olmanın daha iyi olacağını düşünmekteyim. Çünkü aksi bir durumda kendimle olan bu savaşımdan senin de etkileneceğinin farkındayım. Ben kendimle böylesine bir savaş halindeyken, seni benim gibi Ortadoğu'dan farksız olan, kendi bataklığıma nasıl sürükleyebilirim?
Uyanıp tüm bu cümleleri okuduğun zaman yüzünde oluşacak ifadeyi düşünüyorum ve bu bana çok güzel geliyor. Saçların dağınık, gözlerin uykudan yeni kalktığı için biraz daha çekik duruyor ve hafif uykulusun. Evet seni görerek güne başlamak, o günün güzel geçmesi demek, bu yüzden evindeki tüm eşyaları kıskanıyorum. Eğer sen de tüm bu cümleleri sana yazan beni hayal edeceksek olursan, sakın elinde sigarası, karanlık bir ortamda, oldukça havalı bir şekilde yazdığımı düşünme. Çünkü ben öyle havalı yazarlardan değilim. Aslında bakarsan, ben yazar bile değilim.
Sen uyanmadan gitmeliyim, bu yüzden çok fazla uzatmamalıyım. Umarım, belki bir gün, yeniden bir araya gelebiliriz. Belki o zaman, kendimle olan bu savaşımdan galip çıkan ben olmuş olurum ve seninle birlikte, bambaşka bir şekilde, bu kez daha uzun,daha ciddi, daha geleneksel bir ilişki içerisinde oluruz. Yani sen de istersen. Tabii o zamana kadar, hayatına -belki de hak ettiğini düşündüğün gibi, ve hatta belki de hak ettiğin gibi- uzun boylu, kaslı, yakışıklı, bolca paraya sahip, iyi araba kullanabilen, tüm bunlarla övünen bir erkek girmezse. Kiminle olursan ol, umarım mutlu olursun. Çünkü bunu hak ediyorsun. Bu güzelliğin, onu hak etmeyen bir kimseyle solup gitmesine izin verme.
Yine de beni unutma. Çünkü ben seni hiçbir zaman unutmayacağım. Tıpkı diğerlerinde olduğu gibi, seni kendimle birlikte taşımaya devam edeceğim. Mutlu kal.
- Sana öyle masum masum bakan Tuna'n. ya da Cafer Can'ın. ya da Aytuğ'un. ya da İlker'in. ya da her neysem o."
24 Nisan 2018 Salı
FASO FİSO (20. yaşın faso fiso'ları)
Çocukluk...
Henüz 4-5 yaşlarındayım. Çoğu zaman olduğu gibi yine hastanedeyim, annemle kafeteryasında oturmuş tost yerken, adamın biri geliyor. Takım elbiseli, iyi giyinmiş, çok şık, "merhaba" diyor. Anneme bir kart uzatıyor. "Ben yapımcıyım, oğlunuzu yeni başlayacak dizinizde oynatmak isterim" Annem teşekkür ediyor, kartı alıyor. Daha sonra adam gidiyor, mutluyum. Anneme bakıp, "ben şimdi oyuncu mu olacağım?" diye soruyorum, "hayır" diyor, "sen okuyacaksın." Kartı alıp yırtıyor, o kadar çok üzülüyorum ki, ağlayacak gibi oluyorum ama dışarıda ağlamaktan utandığım için ağlamıyorum. İşte o an karar veriyorum, oyuncu olmaya.
Oyuncu olmaya karar verdiğim için televizyonda izlediğim ne varsa o sahneleri taklit etmeye başlıyorum. Hoşuma gidiyor bu. En çok Sadri Alışık olmayı seviyorum, onu nedenini anlamadığım şekilde çok seviyorum. Bana çok üzücü geliyor, her seferinde böyle kaybetmesi ama kaybederken mutlu olması. Gülşen Bubikoğlu'na aşığım. Müjde Ar'ı çok güzel buluyorum, ikisi gibi bir kadınla evlenmek istiyorum. Gülşen Bubikoğlu ile Tarık Akan'ın oynadığı "Ah Nerede?" en sevdiğim filmlerin başında geliyor, çatıya çıkıp "Zehra beni sevdiğini söyle" demesini taklit edip duruyorum. Sevdiği kız uğruna çatıdan atlaması bana çok delikanlıca geliyor. Kızım olursa ileride, adını Zehra koymak istityorum. Bir de İbrahim Tatlıses filmlerinde İbrahim Tatlıses olmayı çok seviyorum. Bana komik geliyor. Hülya Avşar'ı çok güzel buluyorum ve ikisinin sevgili olmayı başarabilmesini hiç anlam veremiyorum. Sonra 1999-2000 yılında henüz 4-5 yaşındayken ilk defa sinemaya gidiyorum. Tarzan oynuyor. Büyüleniyorum adeta. O an yaşadığım heyecanı, ilk kez Ali Sami Yen'e ve Türk Telekom Arena'ya gittiğim zaman yaşamıştım. Hatırlıyorum.
Bülent Korkmaz'ın UEFA finalindeki "değil omzumun çıkması, kopsaydı oynamaya devam ederdim" demecini her denk gelişimde mutlu oluyorum. Böyle bir tutkuya hayran kalmamak elde değil. Tüm ailem Galatasaraylı ama ben Bülent Korkmaz'ın bu cümlesinden sonra artık kesin Galatasaraylı oluyorum. Sonra düşünmeye başlıyorum, futbolcu olmak istediğime karar veriyorum. Galatasaray forması giyeceğim, futbolcu olacağım, Fenerbahçe'ye gol atıp formanın armasını öpüp ağlayacağım. Hatta önemli bir maçın uzatma dakikasında gol atarak, takımımı şampiyon yapacağım. Sakat sakat oynamaya devam edeceğim. Tüm bunları düşünmek, beni mutlu ediyor.
Kendimi futbola veriyorum. Penaltı oluyor ve her zaman topun başında ben varım. Ya Popescu gibi gol yapıp, takımımı sevindireceğim ya da Baggio gibi penaltıyı kaçıracağım. Ama her ikisini düşünmek beni mutlu ediyor. Sonuçta penaltıyı kullanan benim, bu hoşuma gidiyor.
Şarkıcı olmayı düşünüyorum bir yandan. Kalabalığın önünde şarkı söylemek, onların şarkılarıma eşlik etmesi, magazin haberlerinde kendimi görmem çok hoşuma gidiyor. Ama ben Teoman gibi olmak istiyorum. Çünkü o biraz farklı, şarkılarını pek anlamıyorum o yaşta ama bana çok güzel geliyor. Onu kıskanıyorum. Her zaman yanında güzel kadınlar oluyor, iyi veya bir başka gibi gözükmek istemiyor, kameralara küfür ediyor, orta parmak kaldırıyor. Ben de böyle biri olmak istiyorum. Ama anneme söylemiyorum. Çünkü annem onu serseri, sarhoş, ahlaksız görüyor.
Büyüyorum biraz daha. Babam Kadıköy'de çalıştığı için her eve gelişine filmler alıyor, o filmleri izliyorum. Film izlemek ve bilgisayar oynamak dışında bir şey yapmıyorum. Futbolu da çok seviyorum ama annem hasta olurum diye yollamıyor. Babamın getirdiği filmlerin hepsini izliyorum, baya birikiyor filmler, hepsini 1-2 kez izliyorum en az ve sevdiğim sahneleri taklit ediyorum.
Birazcık büyümek...
Sinemada ve televizyonda gördüğüm her kadına aşık olmaya başlıyorum daha sonra. Güzelliği, yaşı, rolünün büyüklüğü küçüklüğü hiçbir şeyi önemsemiyorum. Ekranda gördüğüm birine aşık olmam için bir şey yapmasına gerek yok. Büyüyünce böyle bir kadınla evlenmek istiyorum.
Ortaokulda gayet iyiyim. Derslerimde çok başarılıyım, tüm öğretmenlerim beni seviyor, 84 alırsam tüm sınıf şaşırıyor. Hem başarılı bir öğrenci olduğum için hem de annem okul aile birliği başkanı olduğu için lakabım "süt çocuğu" ama çok takılmıyorum. Benden büyük kızlar bile benimle sevgili olmak istiyor acayip havalıyım. Kadınlarla aram çok iyi ama erkekler bana kıl, hepsine fırsat verseler beni dövecekler. Zaten kavga etmeyi bilmeyen, zayıf, incecik, kısa boylu biriyim çok önemsemiyorum.
Anneannemlerde kalıyorum sık sık. Onlar Bağdat caddesinde oturuyor. Oraya gittiğimde, oradaki çocuklar beni aralarına almıyor onlardan değilim diye. Evime geri döndüğümde arkadaşlarım, beni çok kibar buluyorlar, tıpkı cadde piçleri gibiymişim. Nereye gitsem arada kalıyorum, bir türlü uyum sağlayamıyorum.
Bazı arkadaşlarım yabancı şarkıcıları ve şarkıları dinliyor. Annem de bana gençliğinde yabancı şarkılara ve şarkıcılara hayran olduğunu söylüyor çok şey yapmıyorum. Babam müzik dinlemediği için ondan beslenemiyorum. Ama ben yabancı şarkılara biraz soğuk bakıyorum çünkü sözlerini anlayamıyorum. Sözlerini anladığım ama saçma bulduğum şarkıları da hiç sevmiyorum.
Kitap okurken biraz zorluk yaşıyorum. Okuduğum sayfayı okurken, bir sonraki sayfayı merak edip ileriye doğru göz gezdiriyorum ve daha sonra okuyor olduğum sayfaya dönünce, daha uzun zamana yayılıyor kitap okuma sürecim. Daha sonra bu olay, hemen hemen yaptığım her işte karşıma çıkmaya başlıyor. Ne yapsam, canım sıkılıyor, başka bir işle ilgilenmek istiyorum. Kitap okuyorsam, bir yandan müzik açık oluyor. Sadece kitap okumuş olmayayım istiyorum gibi.
Herkes benim başarılı biri olacağımdan emin. Çekirdek ailem, geniş ailem, akrabalar, tanıdıklar, öğretmenlerim, okuldaki öğrenciler, okul müdürü, ailemin arkadaşları, mahalle, Üsküdar İlçe Eğitim hepsi ve her şey. İnsanların o güvenini hissediyorum ama içten içe gerginlik yaratıyor bu bende. Herkes bir şey olacağımdan emin, ne olacağım konusunda belirsizlik sürüyor. Ama en çok annem, annem benim iyi yerlere geleceğime o kadar çok inanıyor ki, her halinden belli.
Hem anne hem baba tarafında tek erkek çocuk benim. Bu yüzden, kadınlarla ilişkim her zaman iyi. Onlara nasıl yaklaşmam gerektiğini çok iyi biliyorum. Erkekler ise aramı bir türlü düzeltemiyorum, hepsi bana kıl. Ben de sınıftaki güçlü arkadaşlarıma (okulun en güçlüleriydi) para vererek, beni korumalarını istiyorum.
Sınıf arkadaşlarım "31" denen bir şeyden bahsediyor, ayıp bir şey konuşulduğu için bana anlatmıyorlar önce. Daha sonra onları ikna ediyorum, zaten sınıfta sözüm geçtiği için anlatmak zorunda kalıyorlar. Şeylerini, ellerine alıp ovuşturuyorlarmış. "31 kez sayıyorsun" diyorlar. Sabun kullanınca daha iyi oluyor diyor biri. Şaşırıyorum.
Hemen ardında bir sevgilim oluyor, benden bir yaş büyük, okulun en güzel kızlarından biri. Son sınıfa gidiyor, liseye gidecek seneye. Bana öpüşmeyi falan öğretiyor, sonra ben ona "31" olayından bahsediyorum. Bilip bilmediğini soruyorum. Bildiğini söylüyor. O günün sonunda işte ben, mastürbasyondan önce seks yapmış bir adam oluyorum. Sınıfta buna kimse inanmıyor, herkes yalan söylediğimi düşünüyor. Bu mesele, neden yalan söyleyecek bir şey olsun hiç anlamıyorum. Ama yaptığımız şey çok hoşuma gidiyor, erkek olduğumu düşünüyorum.
Futbolcu olamadığım için çok üzülüyorum. Şarkıcı olamayacağımı bilmek de üzücü. Oyunculuk kalıyor geriye. Ama bir arkadaşımın yazar ol deme önerisini ciddiye alıyorum ve bir şeyler yazmaya başlıyorum. Yazmak dediğim ise okuduğum kitaplardan esinlenerek hatta araklayarak yazdığım şeyler. Mutlu oluyorum yazdıkça. Bir de bir fikir beliriyor kafamda. Doktorlar dizisinde Aslan karakterinde kendimi görüyorum ve plastik cerrah olmak istiyorum.
Yavaş yavaş yaklaşıyor yaklaşmakta olan...
Sekizinci sınıfa doğru ben artık iyi çocuk olmaktan sıkılıyorum. Çok sıkıcı geliyor bana. Süt çocukları densin istenmiyorum benim için. Derslere ilgisiz kalıyorum, ders anlatırken hocalar ben hep başka bir şeyleri düşünüyorum, başka bir şeyle ilgileniyorum. Süt çocuğu olmadığımı göstermek için en arka sıralara oturuyorum, çok konuşuyorum, okuldan kaçıyorum, internet kafelere gidip counter oynuyoruz.
O sırada bir film izliyorum, Fight Club diye. Ne olduğunu anlayamıyorum. Marla Singer denen kadına aşık oluyorum, Tyler Durden olmak istediğim insan. Sınıftaki herkese o filmi öneriyorum, izlesinler de konuşalım. O filmin son sahnesinde yaşadığım mutluluğu ve heyecanı, bir kez daha yaşamak için nelerimi vermezdim...
Filmler izlemeye başlıyorum. Sosyal medya daha ülkemizde yeni ama benim MSN, Yonja dahil her yerde hesabım var. Sosyal medyada bazı insanlarla tanışıyorum, her şeyi biliyorlarmış gibi geliyor. Filmler paylaşıyorlar onları izliyorum. Artık isminin nasıl okunduğunu bilemediğim yönetmenler ve filmlerin hayranıyım. Ama etrafımda bu filmleri ve yönetmenleri bilen olmadığı için telaffuz etmeme gerek kalmıyor ve ben nasıl okunduklarını bilmiyorum.
Annem korku filmlerini çok seviyor ama ben hiç sevmiyorum, çok korkuyorum. (Yıllar sonra Can abi sayesinde korku filmlerini sevecek olmama bozulacak ama olsun) Bir de annem o sıralarda yabancı dizi izliyor. O dönem bu kadar yaygın değil, hatta hiç yaygın değil. Ben ise o kadar yabancı dizisinin arasından sadece Supernatural'i çok seviyorum ve Jennifer Love Hewitt denen kadına aşık oluyorum.
Babam beni zorla Kuran kursuna göndermeye çalışıyor, kendi babası ve annesinin etkisiyle. Gıcık oluyorum, resmen zorluyor. Babam kendisinin isteği olmayınca sorun ediyor ama ben kendi isteklerimi yapmak istiyorum. Bayramdan bayrama camiye giden ve ailesini gerikafalı bulan babamın beni zorla camiye göndermesine kıl oluyorum. En sonunda baskılara dayanamayıp kabul ediyorum ama ilk günün ardından camiye diye çıkıp, internete kafeye gidiyorum.
Sinemaya gitmeye başlıyorum o dönem. Bir arkadaşımla aynı dershaneye gidiyoruz, ama aslında hiç gitmiyoruz. Birlikte sinemaya gidiyoruz her seferine. En sonunda para verdiğimiz dershane ailemizi arıyor ikimizin de, yakalanıyoruz. Dershane diyor ki, "paranıza yazık, çocuğunuzu alın buradan" Daha sonra babam benimle konuşuyor, "okumak istemiyorsan söyle" diyor. "Okumak istiyorum ama sinemaya gitmeyi daha çok istiyorum" diye cevap veriyorum, sonra dershane hayatım bitiyor.
Kırılma noktası...
8. sınıfta her şey gayet iyi. Okulda artık eskisi kadar başarılı değilim, annem kardeşim doğduğu için okula çok fazla gelmiyor ama halen okulun en popüler öğrencisiyim. Kızlar, en yakın arkadaşlarına benim için küsüyorlar. Ben ise çok sıkılıyorum bu durumdan. Öğretmenlerim ise düşen notlarımdan biraz sitemkar. Benimle konuşuyorlar, sadece sınıfın değil, okulun ve mahallenin en büyük umudu olduğumu söylüyorlar. Üzerimde acayip bir baskı hissediyorum.
Annem beni seviyor, beni gerçekten çok seviyor. Benim bir şey olmamı istiyor. Avukat, doktor ya da bunun gibi iyi meslek sahibi olmamı istiyor, tek gayesi bu. Üzerimde o kadar baskı yaratıyor ki bu, ne yapacağımı bilemiyorum. Onu hayal kırıklığına uğratmaktan korkuyorum. Etrafımdaki herkes, benim büyük adam olacağımı düşünüyor tek bilemedikleri ne olarak büyük adam olacağım konusunda.
Bir tek babam, benimle ilgili tereddütleri olan adam. Ne yapsam onu tatmin edemiyorum. 95 aldığım sınavda 5 puanın neden kırıldığını söyleyip beni üzüyor. Onun gibi olamayacağım için üzülmeye başlıyorum çünkü babam her işi yapabilen bir adam, çalışmayı seven birisi. Ben ise çalışmak yerine tembelliği seven birisiyim. Bıraksalar hiçbir şey yapmadan, yerimden dahi kalkmadan hayatımı devam ettiririm.
Bu sıralar babamın işleri kötüye gidiyor hatta iflas ediyor. Ben ise anneannemlerde kalmaya başlıyorum, kardeşimle. Babamla durduk yere, hiçbir sebep yokken kavga etmeye başlıyoruz. Beni sevdiğini biliyorum, ben de onu seviyorum ama anlaşamıyoruz işte. Babamın işinin kötü gitmesinde kendimi suçluyorum.
Kendimi o kadar kötü hissediyorum ki, çareyi belki de bundan sonra hayatımda her zaman bulacağım gibi kadınlarda arıyorum. Tüm eski kız arkadaşlarımla görüşüyorum, onlarla birlikte oluyorum ama sevgili olmak istediklerinde kaçamak cevaplar veriyorum ya da olmaz diyorum. Çünkü kendime hayrım yok benim, o kadar kötü hissediyorum ki kendimi, bir başkasına vakit ayıramayacağımı biliyorum.
Sonra üniversite sınavına giriyorum. Aldığım puan hayal kırıklığı oluyor, benden umudu olan herkes şaşkın. Daha fazlasını bekliyorlardı benden, farkındayım. Çok bozuluyorum, çok üzülüyorum. Baggio'nun penaltı kaçırdığı an hissettiği şeyleri hissettiğini düşünüyorum ama ne yapabilirim? Elimden bir şey gelmeyeceğinin çaresizliğini yaşıyorum.
Sonra o dönem her şey için kendimi suçluyorum. Etrafımda olan her kötü şeyde benim varlığımın nedeni var. Hayal kırıklığının ta kendisi olmuşum. İşte bu sırada Dostoyevski ile tanışıyorum. Yetmiyor, Oğuz Atay ile tanışıyorum. Selim Işık hayatta en sevdiğim insanların başında geliyor artık. Pessoa okuyorum daha sonra ve o benim kahramanlarımdan biri oluyor.
Annem beni bir okula yazdıracağını söylüyor, biraz sitem ediyor. Daha iyi bir okul kazanamadığımı ama ortaokuldaki arkadaşlarımın buraya gittiğini söylüyor. Çaresiz kabul ediyorum, annemin benim hayatımı yönlendirmesine her zaman olduğu gibi kabul ediyorum. Sonuçta kıyafetlerimi kendi zevkiyle alan hala o.
Çok düşünüyorum bugünlerde, her şeyi bok ettiğim düşüncesi aklımdan çıkmıyor. Sonra bir bayram sabahı uyanıyorum, ensem o kadar çok ağrıyor ki, kafamı kaldıramıyorum. Ölüyorum, yanıyorum sıcaktan. Bir baş ağrısı, ama öyle bir şey yok. Babam inanmıyor, o hastaneye gitmeyen bir adam olduğu için çok şey yapmıyor. Teyzemin ısrarı üzerine annem taksiyle beni götürüyor ve menenjit olduğumu öğreniyorum.
Biraz sıkıntılı günler
Menenjit olduğumu öğrenince annem ağlamaya başlıyor. Babamı arıyor, teyzemi arıyor. Etrafımda kim varsa ağlıyor. Doktor bana hastalığımı anlatıyor. Tedavimin mümkün olduğunu ancak hasar bırakabileceğini çünkü bunun bir beyin hastalığı olduğunu tane tane anlatıyor. Babam geliyor, en sakin gözüken o. Benimle konuşuyor, istiyorsam imza atacağını ve tedavi olabileceğimi söylüyor. Annem istiyor diye araya giriyor, ben babama bakıyorum. Doktora soruyorum, 'ne olabilir?' Bana bakıp, beynimde bir hasar bırakabileceğini söylüyor. Sakat kalabileceğimi ya da ölebileceğimi söylüyor. Bu seçenekler arasında ölmek bana mantıklı geliyor. İmzamı atıyorum, babam da atıyor.
Tedavi sürecim başlıyor. Üç dört kişi beni tutuyor, kıpırdamamam gerektiğini çünkü kıpırdamam durumunda iğnenin yanlış bir yere gelmesi beni felç bırakırmış. Tedirgin oluyorum. İğneyi vuruyorlar, çok canım yanıyor ama erkek gibi gözükmek istiyorum, ağlamıyorum. Odaya yatırıyorlar.
Odadayken, canım çok yanıyor. Serum veriyorlar, ilaç veriyorlar, bana salak salak sorular sorup bilincimi kontrol ediyorlar. Bazı hemşireler, serum yerine bileğimden ilaç veriyorlar. O zaman yerimde duramıyorum, canım o kadar çok yanıyor ki, pencereden atlamak istiyorum. Kutsal su yemiş iblis gibi bas bas bağırıyorum.
Hastanede kalırken, o kadar çok kitap okuyup, o kadar film izliyorum ki bir anda bunlar bana iyi geliyor. Doktorum gelip beni tebrik ediyor. Genelde menenjit en ufak zararı bile beyinde büyük hasar bırakırken, benim sağlıklı oluşum ona ilginç gelmiş, onu şaşırtmış.
Bir süre sonra hastaneden çıkıyorum. Kimseye bahsetmiyorum ama halen kafamda bazı şeyleri kontrol edemediğimi görüyorum. Beynim ile vücudum arasında zaman zaman iletişimsizlik oluyor. Yani bazı anlar, (özellikle vücudumun bir çok işlevini aynı anda yapması gerektiğinde) vücuduma söz geçiremiyorum.
Onur Ünlü'nün Beş Şehir adlı filmi var. Onu izliyorum. Daha sonra o filmin, Ahmet Rıfat Sungar'ın canlandırdığı şair karakterini çok seviyorum. Onun masa sahnesini o kadar çok seviyorum ki anlatamam. O sahneyi izledikten sonra filmci olmaya karar veriyorum. Oyuncu, yazar ya da yönetmen ona karar vermiyorum ama filmle ilgili bir şey olmak istiyorum.
Beni olmak istediğim kişi olmaya iten...
Hastanede kaldığımdan dolayı geç başlıyorum liseye. Ben okula ilk gittiğim zaman herkes birbirini tanımış, kaynaşmış bile. Daha ilk günden baya sıkıntı çekiyorum. Son geldiğim için bana mesafeli insanlar. Asıl sıkıntı şu ki, ortaokuldaki özgüvenimi kendimde göremiyorum. Bu yüzden hiç kimseyle konuşmuyorum.
Raporum var okula gitmiyorum ama evde sıkılıyorum. Eski okulumu ziyaret ediyorum. Kuzenim (kız) nöbetçi okulun kapısında görevli. Ben öğretmenlerimi, eski arkadaşlarımı görüyorum selamlaşıyorum. Daha sonra bir bakıyorum eski kız arkadaşım. Yani her ikimizin sevgilisi olurdu ama biz birlikte olurduk. Görüyorum onu, karnını tutuyor. "Hasta mısın?" diye soruyorum, "evet" diyor "karnım ağrıyor." Yanına yaklaşıp, "regl misin?" diye soruyorum. "Hayır" diyor. Seviniyorum. Kameranın olmadığı bir yerin olup olmadığını soruyorum, var diyor. Boş bir sınıfa götürüyor beni. Daha sonra onu öpmeye başlıyorum. En arka sıraya duvara doğru götürüyorum, öpüşerek. Orta kümenin en arkasındayız, öpüyorum. Okul eteğini katlamış dokunurken onu fark ediyorum, külotlu çorabını indiriyorum, daha sonra en arkadaki sıraya yatırıyorum. Seks yapmaya başlıyoruz. Herkes derste, biz ise sevişiyoruz. Daha sonra müdür yardımcısının sesini duyuyorum, "nöbetçi" diye bağırıyor. Kuzenim "efendim hocam" diye cevap veriyor. Daha sonra panik oluyoruz, ben ağzına boşalıyorum. Toparlandıktan sonra yavaşça adımlar atıp kapıyı aralayarak bakıyorum, boş bir anda sınıftan çıkıyorum. O ise arkamdan "beklesene piç" diye bağırıyor. Onu bekliyorum, o çıkınca koridorda onu öpüp okuldan çıkıyorum. Hayatımın en heyecan verici anlarından biri oluyor. O kıza bir daha hiç ulaşamıyorum, yaşayıp yaşamadığından emin bile değilim...
Liseyi hiç sevemiyorum. Çok geniş bir yelpazesi var. Ümraniye'de oturan kendisini jiletleyen keko bir çocuk da var, Bu Tarz Benim tarzı yarışma programlarında yarışan kadınlar gibi öğrenciler de. Tam bir kavram kargaşası.
Nasıl davranmam gerektiğini bilemiyorum, çok konuşmamayı seçiyorum. Derslere ilgi gösteremiyorum. Daha sonra bakıyorum üstünlük kurmuş birileri var, birilerini ezmeye çalışıyor. Hemen tarafımı belli ediyorum, ezilen tarafın yanındayım. Sonra bana kafa tutuyorlar, boyum kısacık ve çok zayıfım, öleceğim zayıflıktan. Pes etmiyorum, kafa tutuyorum. Daha sonra kavga ediyoruz ve kavganın sonunda onlarla yakın arkadaş oluyorum.
Lisede bambaşka biri olmaya çalışıyorum. Özellikle sınıfta, herkes bana o kadar çok gülüyor ki bundan keyif alıyorum. Adeta hayali bir karakter yaratıyorum. Joker gibiyim ama Heath Ledger'in Joker'i gibi. Öğretmenler beni seviyorlar ve benimle ilgili sıkıntıları yok ama bana özenen çocuklar yüzünden beni de susturmak zorunda kalıyorlar. Öğretmenler bile benim şakalarıma gülüyor. Bir öğretmenimiz var, geometri hocası. Dört küme var sınıfta. Soldaki kümeyi tamamen boş bırakıyor ve orada ben oturuyorum. Koskoca kümede tek başımayım. Diğer kümelerde arkadaşlarım 3-4 kişi oturuyor. Kadın ağlıyor, "yeter ki sus orada ne yapıyorsan yap tek başına" diyor. Üzülüyorum ama olduğum kişiyi ne kadar başarılı canlandırdığım için mutluyum.
Tüm okul beni tanıyor. Müdür yardımcısı beni övüyor, çok zeki olduğumdan bahsediyor. Bu boyla tüm bunları yapabildiğimi aklı almıyor. Tek sıkıntısı çok konuşmam ve derslere olan ilgisizliğim. Bir de ben hepsini biliyorum havası varmış bende, öyle söylüyor. Okulda tören öncesi benim adımı söyleyip, "duydun mu?" diyor herkesin içinde her seferinde. Tüm okul beni tanıyor ama ben çok utanıyorum.
Lisede çok güzel kadınlar var, instagram o kadar yaygın olmadığı için o dönem, henüz fenomen değiller. Hepsine aşığım. Birine falan değil hepsine aşığım. Ama onlardan uzak durup onları gözlemliyorum. İşte yazar olmak ve sinemaya yönelmek tamamen bu kadınlar üzerinden kafamda kesinlik kazanıyor. Onlarla olabilmek adına sinemaya yöneliyorum, artık kesin kararlıyım.
Editörüm ama kazandığım para çok komik
Editörlüğe başlıyorum. Daha önce facebook sayfalarında admin'lik denilen, facebook sayfalarını yönetmeyi sürdürüyorum. Hatta şu an pek çok tanınan Halit Söyletmez ile oradan tanışıyorum. O facebook sayfalarından sıkılıp, blog yazıları yazmaya başlıyorum. Futbol yazıları. Sonra bir sayfa beğeniyor, Galatasaray sayfası. Şart koşuyorum, yazdığım yazıların altına adımı yazarım. Yazıyorum ve tanınmaya başlıyorum, nedensizce yazılarım paylaşılıyor. Daha sonra Galatasaray Gazetesi beni istiyor, daha büyük ve daha resmi bir yer. Oraya gidiyorum. Orada yazılar yazıyorum.
Bir arkadaşımla maça gidiyoruz, minibüse bindik, Abdi İpekçi'ye gidebilmek için. Sonra biri diğer arkadaşlarına yazı okuyor. "Çocuk ne yazmış be" diyor sonunda. Sonra arkadaşım bana bakıyor ve gülüyor. Çünkü ben o yazıyı, onun yanında aynı minibüsün içinde yazdım. Minibüsten kalkıyorum, arkamı dönüyorum. "Abi" diyorum, "o yazıyı ben yazdım" Adam öyle bir bakıyor ki bana, küçücük çocuğun o yazıyı yazdığına mı inanmıyor yoksa o küçük çocuğun kendisini bu kadar gaza getirebileceğine mi inanmıyor bilemiyorum. "Çok güzel yazmışsın" diyor bana, tanışıyoruz. Sonra yerime oturuyorum.
O zamanlar yaşımı 18 yaşından büyük olduğumu söylememi istiyorlar, öyle söylüyorum ama aslında 15-16 yaşındayım. İsteyenler oluyor beni. Bir gazete bile teklif yapıyor, yaşımı öğrendikten sonra vazgeçiyorlar. Bir televizyon programı var NTV Spor'da. Onlar arıyor beni. Bir kadın ile şapkalı kısa boylu futbol romantiği bir abinin sunduğu. Beni programa davet ediyorlar. Kabul ediyorum. Sonra yaşımı söylüyorum ve sorun olur mu? diye soruyorum. O zaman bunun sorun olacağını söylüyor telefondaki sunucu kadın. Ben de teşekkür ediyorum. 23 Nisan özel programı için gelebileceğimi söylüyor ama ona da ben yokum. Daha sonra program bitiyor zaten.
Editörlükten para kazanmaya başlıyorum ama o kadar çok komik bir para ki bu anlatamam. Ailemden aldığım bu parayı, bir günde harcıyorum zaten. Ama çalışıp kazandığım para ay sonunda şimdi bu. Yine de güzel geliyor, mutlu oluyorum. Babam bana kızdığı zaman bilgisayar başında olduğum için bunu söyleyebiliyorum yani. Ama editörlük yaparken bile sıkıntı oluyor. Arkadaşlarımla anlaşamıyorum. Girmemem gerektiklerini söyledikleri haberler oluyor, bana ters geliyor. Ben satın alınmam yani. Para veriyorsunuz diye her istediğinizi yapamam. Kıdemi benimle aynı olan arkadaşlar var, yeni işe başlayanları azarlıyorlar falan. Daha sonra ben bunlara kızıyorum, çocukların hakkını yedirtmem diye. Sonra arkamdan konuşmuşlar meğer, beni işimden attırmak istiyorlarmış. Sinirleniyorum. Daha sonra bana lakap takıyorlar, adım Balotelli oluyor. Seviyorum bu lakabı. Tam benlik bir lakap çünkü.
Sonra işte şike olayları patlıyor, futboldan soğuyorum. Çok iyi yere geldiğimi düşünüyorum, sıfırdan başlayıp tüm futbol medyasını tanıdığım an kendimi geriye çekiyorum. İşlerden ayrılıyorum, bir daha futbol yazmıyorum, baya takipçisi olan twitter hesabımı kapatıp, artık futbol yazmayacağım bir hesap açıyorum. Bana göre değil çünkü. Birilerinin adamı olman gerekiyor, insanlara yağ çekmen gerekiyor bana ters geliyor bu. Benim işi öğrettiğim arkadaşlarım yüksek yerlerde devam ederken, ben tek başıma evde oturmuş filmler izliyorum.
Futbolcu olamadığımı düşünürsek, tanıdığım sporcuların ardından taraftarlık kısmını geriye çekiyorum kendimde. Yine Galatasaray'ı çok seviyorum, maç izlerken çok sinirli biri olup, maçın ardından ağlayabiliyorum. Ama yine de maçlara gitmek daha doğrusu holiganlığa varacak kısmı bitiriyorum kendimde. Takımımda gördüğüm yeteneksiz veya zekasız sporcuları, sanki hakkımı elimden almışlar gibi hiç sevmiyorum, nefret ediyorum onlardan. Sporcu kadınları güzel buluyorum sadece ama o kadar. Onlarla birlikte olmalıyım bu yüzden bunu başarabilecek bir iş yapmalıyım diye düşünüyorum. Aklıma yine çocukken televizyonda gördüğüm kadınlarla evlenmek isteğim geliyor ve hemen karar veriyorum. Sinema yapmalıyım.
Krizi fırsata çevirmek...
Okul ile ilgili sıkıntılarım devam ediyor. Okulla aram hiç yok. Anneme beni okuldan almasını başka bir okula vermesini söylüyorum. Dinlemiyor. Çok ısrar ediyorum en sonunda tamam diye geçiştiriyor beni ama okulda kalmaya devam ediyorum. Okula zar zor gidiyorum. Okuldaki salak buluyorum çünkü. Gösteriş budalası insanlardan haz etmiyorum.
Ortaokuldan hiç kimseyle görüşmüyorum, liseden 1-2 arkadaşımla devam ediyorum hayatıma. Hayatımda değişiklik yapmalıyım, istediğim kişi olabilmek adına. Çok kitap okuyorum, çok film izliyorum. Annem, "bu kadar çok okuma" diyor. Ben okuyorum. Onlardan aldığım paraları filmlere, kitaplara veriyorum. Onlar kızıyor, yemek için ya da kıyafet için harcamam gerekiyormuş. Babam ise o paraları bunlara vereceğine biriktir, bir gün lazım olur diyor. Çok şey yapmıyorum.
İlk sene devamsızlıktan dolayı kaldım sınıfta. Sınıf tekrarı yaptım yani. İkinci sene ise dört tane zayıfım geliyor. Dördü de sayısal dersler. Matematik, geometri, fizik ve kimya. Allah'tan biyolojinin sözel kısmı var da rahatım. Edebiyat 5, Dil Anlatım ortalamam 100 ama sayısal derslerden dolayı kalacağım resmen. Kimya hocası beni 44,25'de bırakmış. Hocaya gidiyorum 0,25 puan verirse sınıfı geçeceğimi söylüyorum ve ikinci senem olduğunu. Kabul etmiyor. Ben de çok şey yapmıyorum. Yazın kurtarma sınavları oluyor, onlara gitmiyorum. Ve lise hayatım bitiyor.
Annem ağlıyor, babam ilk defa otoriter tavrından ödün veriyor, çok üzgün. Benim büyük biri olacağımı düşünen herkes, büyük hayal kırıklığına uğramış. Annemin tarafını hayal kırıklığına uğrattığım için üzülüyorum, beni onlar büyüttü çünkü. Bana umut dolu bakan gözler, artık yerini hayal kırıklığına bırakıyor.
O kadar kötü hissediyorum ki kendimi, ağlamıyorum ya da bir tepki vermiyorum. Ama kötüyüm yani. İntiharı düşünüyorum, ölsem diyorum. Sonra bir şekilde vazgeçiyorum ya da yemiyor. Filmlere veriyorum kendimi, kitaplara veriyorum. Pessoa ile bu anda tanışıyoruz, ondan sonra onu hiç bırakmıyorum. Selim Işık'a dönüşüyorum adeta.
Sonra editörlük resmen işim oluyor, asgari ücret kazandığım yerlerde yazıyorum. Spor siteleri, dergiler falan ne olursa. Buradan para alıyorum, sonra açıktan liseye okumaya karar veriyorum. Paramı kazanırken, asıl isteğim ve hedefim olan yazarlık için hikayeler yazmaya başlıyorum. Sonra Mert Okkaoğlu sayesinde kitabım çıkıyor.
17 yaşıma geldiğim zaman blog'umdaki yazılarımdan bir kitabım çıkıyor. Babam, kitabımın bu yaşta çıkmasına karşı. Çünkü yazılarımı okuduğunu ve nitelikli bulmadığını söylüyor. Çok şey yapmıyorum. En sonunda kitabım çıkıyor, seviniyorum. Çünkü bu kitabın benim için anlamı büyük. Bu kitapla birlikte hangi yolda yürümek istediğimi gösteriyorum insanlara. Kaybettiğim özgürlüğümü geri kazanıyorum aslında.
Dönüşü olmayan bir yolculuk...
Kitabımın çıktıktan sonra kendimi geliştirmeye çalışıyorum. O kadar çok kitap okuyup, o kadar çok film izliyorum ki, hayatımda verdiğim her örnek -özellikle filmlerden- ya kitaplardan ya da filmlerden olmaya başlıyor. Farkında olmadan kitaplardan alıntılar yapıp, filmlerdeki sahneleri taklit etmeye, hayranı olduğum yönetmenlerin/yazarların cümlelerini söylemeye başlıyorum.
Asıl korkunç olan, insanlara nasıl tepkiler vereceğimi bilememeye başlıyorum. Adeta unutuyorum insanlarla iletişim kurmayı ve onlarla iletişimim filmlerde gördüğüm kadarıyla olmaya başlıyor. Filmlerden gördüklerimi söylüyor, yapıyor ve yaşıyorum. Herkese aynı tepkileri verip, aynı şeyleri yazıp, aynı şeyleri söylemeye başlıyorum. Daha fazlasında zorlanıyorum.
O kadar çok içime kapanıyorum ki, liseden görüştüğüm 1-2 arkadaşımla buluşmadan önce hazırlık yapıp öyle yanlarına gidiyorum. Hazırlık yapmamın nedeni de, benim olduğumu düşündükleri komik/havalı çocuk olabileyim.
Bu sırada uykusuzluk başlıyor. Hayatım boyunca yaşadığım uykusuzluk sorunu daha büyük bir hal alıyor. Uyumam zorlaşıyor. İstediğim gibi uyuyamıyorum. Hatta çoğu zaman hiç uyuyamıyorum. Bir süre o kadar değişik bir hal alıyor ki, uyudum mu yoksa uyuyamadım mı bilemiyorum.
Editörlük yapıyorum ama bir yandan yazar olmak istiyorum. Dergilere yazılar yazıyorum ama başkalarının adına yazılmış yazılar oluyor. Şöyle ki, birilerini tanıyorum onlar yazı yazar mısın diyorlar yazıyorum, kendileri adında yayınlamışlar. Çok şey yapmıyorum. Bazı programlara dışarıdan destek veriyorum.
İnternet üzerinden gördüğüm ve ulaşabildiğim herkese mesajlar atıyorum. Çoğu görüp yazmıyor ama olsun. En azından onlarla artık istediğim zaman iletişim kurabileceğim bir durum yakalıyorum. Daha sonra dedemden para istiyorum ve o da 10 bin tl para veriyor. Ona gidip mark 2, tripod, çanta, lens seti, mikrofon, boom falan ekipman alıyorum. Artık yönetmenlik deneyeceğim çünkü yazdıklarımı çekmek isteyen birileri yok.
Yol...
Kitabım çıktıktan sonra biraz rahatladım ama hala benim ne olacağım konusunda kendimin yaşadığı bir sıkıntı var. Ne olacağım diye düşünüyorum bir şey bulamıyorum. Sinema dışında hiçbir şey bilmiyorum, edebiyatta da fena değilim. Ama sinema ve edebiyatta her zaman daha iyisini olabileceğim düşüncesi beni bırakmıyor. Okuyor, izliyorum deli gibi. Yetmiyor, notlar tutuyorum, arşiv yapıyorum kendime.
Godard'ı çok seviyorum, tüm filmlerini izliyorum. Altyazılı olanları kaydediyorum, olmayanları bir şekilde bulup kendim ekliyorum filmlere. Bergman'ı da çok seviyorum. En sevdiğim iki yönetmen belli oluyor. Kubrick en iyi yönetmen olabilir ama en sevdiğim 3. yönetmen olabilir diye düşünüyorum. Türkiye'de Zeki Demirkubuz'u çok seviyorum çünkü Masumiyet gibi bir şey çekmiş. Nuri Bilge Ceylan'ı da seviyorum ama çok başarılı diye çok da şey yapmıyorum. Çünkü biliyorum ben olursam Demirkubuz gibi biri olurum. NBC bana hep aynı mahallede ama sitede oturan zengin,başarılı, şımarık çocuk gibi geliyor. Zeki ise aynı sokakta büyüdüğün bir abi veya arkadaş gibi. En sevdiğim yerli yönetmen ise Metin Erksan oluyor. Sevmek Zamanı ne film ama. Her Şey Çok Güzel Olacak adlı filmi seyrediyorum, en sevdiğim film oluyor ve böyle film çekmek istiyorum. Çünkü komik şeylerin yaşandığı hüzünlü bir hikayeleri çok seviyorum... Xavier Dolan 19 yaşında çekmiş ilk uzun metrajını, ben de o yaşımda bir uzun çekeceğim. Seni yeneceğim Xavier Dolan diyorum kendi kendime...
Bir senaryo yazıyorum. 45-50 sayfa. Bir arkadaşım var, rap klipleri çekiyor. Onunla konuşuyorum. Sana Dair diye bir şey çekeceğim, kısa film olacak. Kitabımda yer alan bir hikayeyi uyarlayacağım. Hikayeyi de şöyle yazmıştım. Ben Galatasaray sitesinde çalışırken benim yaşımda bir Fenerbahçeli basketbolcu kız kanser olmuştu, ona geçmiş olsun mesajı yayınlayınca biz fair-play ruhu olarak gündem olmuştuk. İşte o kızı hayal ediyorum, kız basketbolcu, kanser oluyor. Ben menenjit geçiriyorum, o kıza aşık oluyorum. Ama kız beni sevmiyor falan işte. Ona ulaşmaya çalışıp sonunda ulaşıyorum ama kız siktir çekiyor. Sonunda işte bir barda, "işte böyle" deyip televizyona dönüyorum o da son saniye basketini atıyor, takımına maçı kazandırıyor. Ben de biramı içip "öyle çok şey vardı ki sana dair; hiçbirini bilemeyeceksin" diyorum ve bitiyor.
Arkadaşım biraz daha bilgili benden, rap klipleri falan çekmiş, ders almış, hocaları falan var yani. Diyor ki, bu kadar uzun senaryo olmaz, 1 dakika 1 sayfası diyor, bazı sahneleri kesiyoruz falan. 17-18 dakikaya iniyor kısa filmin senaryosu. Benim oynamamı istemiyor, bir arkadaşını gösteriyor, tamam diyorum nasıl oynar falan şey yapmadan. Ben oynayacaktım ama çok ısrar etmedim. Sonra bir arkadaşımı ikna ediyorum kadın oyuncu için boyu kısa. Ama yapacak bir şeyim yok ya da aklıma gelmiyor. Sonra çekiyoruz, o kadar kötü çekiyoruz ki, film bittiğinde rahatlıyorum. En azından bundan daha kötüsü olamayacak diyorum. Gerçekten o kadar kötü oluyor ki, daha kötüsü yapılamaz. Ama mutluyum, en azından denedim ve nasıl yapılmıyor onu öğrendim.
Bu kısa filmin çıkış noktası olan kıza mesaj atıyorum, tüm arkadaşları beni takip ediyor ama bu takip etmiyor. Arkadaşı aracılığıyla mesaj atıyorum, senden esinlendim, sana aşık olmuşum gibi düşündüm bu hikayeyi kitabımda kullanmıştım ve bunun kısa filmini yaptım falan. Kız bana sert çıkıyor. Acayip bozuluyorum. Hani bir teşekkür bekliyorum ya da ne gerek vardı falan der diye düşünüyorum, ağzıma sıçıyor. Acayip sinirleniyorum. Daha iyisini çekmem lazım diye düşünüyorum. Resmen hayata tutunma amacım oluyor bu his.
Bu sırada twitter üzerinden büyümeye, tanınmaya başlıyorum. Hayranı olduğum ünlülerle, sanatçılarla tanışmaya başlıyorum.
Ben aslında o değilim...
Takip edilmeye başladıkça, insanlara ulaşabiliyor olmam kolaylaşıyor. Her insanla tanışabiliyorum, bu kadar takipçisi olup, bu kadar az şeyle mutlu olan tek insan benim ama çok sıkıntı yapmıyorum. Benden yardım isteyen tüm arkadaşlarımın takipçisi artıyor, benim kitabımı övenler sırf bu yüzden kitabını çıkartıyor, editörlükte ben Balotelli gibi oluyorum ama insanlarla arasını iyi tutan, insanları öven ve kendini sürekli hatırlatan insanlar çok iyi yerlere geliyor. Galatasaray resmi sayfasında çalışmayan tek Galatasaraylı ben oluyorum etrafımda. Ama mutluyum. Galatasaray'ı kullanarak bir yerlere gelmek istemiyorum. Ancak Galatasaray'da işçi olan insanların havaları görünce deli oluyorum, bu yüzden sporcuların havalı olmasına artık takılmıyorum, bu sikkolar bile böyle oluyorsa o kadar para alan insanlar bırakın da havalı olsun diyorum.
Herkes yolunu buluyor ama ben yolumu bulamıyorum. Kısa film denemelerim oluyor ama o kadar çok kötüler ki, yönetmen olmayacağımı düşünüyorum. Yazıyorum ama istediğim gibi yazamıyorum. Bir türlü kitap yazamıyorum. Başlıyorum ama sonra devamını getirecek gücü kendimde göremiyorum.
Galalara gidiyorum, insanlarla tanışıyorum, ünlüler arkadaşlarım oluyor. Onur Ünlü'yü babamdan daha çok görüyorum, Ahmet Kural'a kendi arkadaşlarımdan daha çok şey anlatıyorum. Bu etrafımdaki insanların bana bakışını değiştiriyor, oldum sanıyorlar. Ama aslında öyle bir şey yok. Ben onlarla konuşurken, onlardan yararlanıyor gibi görünmemek için çok şey yapmıyorum aslında. Benim niyetim onlarla takılmak değil, onlardan biri olmak.
Televizyona bir kaç şeyler yazıyorum, editörlük devam ediyor ama benim gözüm hep sıçrama yapmak ne yapacağımı bilemiyorum ama. Bu sırada açıktan liseyi bitiriyorum, o kadar kısa bir zamanda bitiriyorum ki, benden önce liseyi bitiren arkadaşlarımla aynı sene üniversite sınavına giriyorum. Okula gitmemek, bana iyi geliyor. Aslında insanın olmadığı her yerde iyiyim. O yüzden evimden çalışarak editörlük yapıyorum.
Sanat camiasından insanlarla tanışıyorum artık bunu sosyal medya üzerinden yapıyorum. Mutlu oluyorum. Konuşmayı pek beceremiyorum ama açıldığım takdirde entelektüel bilgi anlamında yaşımdan daha çok şey vaat ettiğimi görüp, beni seviyorlar. Bir de bebek yüzlü olmanın avantajı, beni küçük görüp seviyorlar. Tanıdığım insanların olması güzel ama bana pek faydalı olmuyor haliyle, ne yapabilirler ki? Ama etrafımdaki insanlar bana yazıyorlar, benim kısa filmlerimde oynamak istiyorlar, benimle sevişmek istiyorlar. Hiç kimseyi reddetmiyorum tabi.. Artık talep eden değil, talep edilenim.
İnsanlar artık benim bir şey olduğumu ya da bir şey olmak üzere olduğumu düşünüyor. Özellikle annem ve anne tarafım. Ama olaylara uzaklar. Ben ise onların kafasındaki değilim, bir bok değilim ve olacak gibi değilim. Etrafımdaki insanların olduğunu düşündüğüm insan değilim, o ben değilim demek istiyorum ama demiyorum. Çünkü onların düşündüğü insan olmak benim de hoşuma gidiyor.
Sonra işte Cenaze Evi adlı bir kısa film çekiyorum. Fikir gerçekten iyi. Filmi çekiyorum, bir tripod ve bir kamerayla. Teyzemi, dedemi falan oynatıyorum. Çekerken 15 Temmuz olayı patlıyor işte o gün. Biz asker kıyafeti kiralamışız elimizde asker kıyafeti var düşünün. Sonra işte bir şekilde çekiyoruz filmi, istediğim gibi olmuyor. Kurgusunu internet kafede yapıyoruz, 36 saat hiç kalkmadan masadan ve hesabı ödeyip filmi hazır edip çıkıyoruz.
Sonra Cenaze Evi filmi yolladığımız tek kısa film İzmir Kısa Film Festivalinde gösterim seçkisi kazanıyor. Başka bir festivale yollamıyorum büyü bozulmasın diye. Tek başıma yaptığım tüm bu çabaların ufak karşılığını almak, beni o kadar mutlu ediyor ki anlatamam..
Yalnızım....
Hayatım boyunca her zaman bir şeyler yapmaya çalışan biriyim ama tek başıma yapıyorum bunları. O kadar çok yalnızım ve her seferinde piç gibi tek başıma uğraştığım için her şeyi, sorunun bende olduğunu anlıyorum. Kimseden bir beklentim kalmıyor, en sevdiğim futbolcu tipi gibiyim. Tekmeye kafa uzatmam gerekiyorsa uzatacağım. Felipe Melo diyorlar arkadaşlarım bana.
Yalnız kalıyorum. Arkadaşlarım var ama onlara sanki dokunamıyorum. Kadınlarla ciddi bir ilişki yaşamıyorum ne zaman olacak gibi olursa kaçıyorum ama kadınlar hayatımda hep oluyor. Kendimi kadınların yanında güçlü ve mutlu hissediyorum. Sadece seks yaparken, düşünmüyorum ve bu yüzden benim için iyi gelen bir şeye dönüşüyor.
Yalnızlıktan dolayı en yakın arkadaşlarım kitaplar ve filmler oluyor. Hayatta zorluk çekmeye başlıyorum. Tek bir yere gitmiyorum. Menüsünü bilmediğim yerlere gitmiyorum, nasıl davranacağımı bilemediğim, çok kalabalık yerlerden kaçıyorum. Yalnızlığa itiyorum kendimi. Belki bir şeyler yazıyorum diye düşünüyorum ama yıllardır yazamadığım kitabı halen bitiremiyorum.
Kafamdakileri sorabileceğim, tartışabileceğim kimse yok. Ya da ben bir şey yapmak isterken, işimi kolaylaştıracak, bana yardım edecek biri. Sırf bu yüzden keşke bu kadar zor biri olmasaydım ya da keşke daha iyi biri olsaydım diye düşünüyorum sık sık.
Üniversite kazanıyorum ama babamla bir anlaşmazlık yüzünden gitmiyorum. Seneye daha iyisini yaparım diyorum ama yapamıyorum. Kayseri'yi kazanıyorum. Kayseri'ye gidiyorum sonra oradayken hissettiğim tek şey, daha iyisini hak ettiğim düşüncesi oluyor. Çünkü ben Cannes'ı falan hayal ederken, Kayseri'de olmak beni depresyona sokuyor. Tanıdığım her insan beni oraya yakıştırmıyor. Ben de bir sene boyunca çalışıp, İstanbul Üniversitesine geçiş yaparak, geri dönüyorum.
Kırılma noktası daha...
Kayseri'deyken tanıştığım bir adam var. Can abi. Soy ismini vermek istemiyorum belki rahatsız olur diye. Onu o kadar çok seviyorum ki, anlatamam. Onu tanıyınca, sanata biraz daha farklı bakmaya başlıyorum. Dünya görüşü olarak, belki de düşündüğüm şeyleri onun sayesinde dillendirmeye getiriyorum. Etrafındaki insanlar, hayatı, ideolojisi, sinema dili çok hoşuma gidiyor. Artık yolumu ona doğru kırmaya karar veriyorum.
Sosyal medyada birazcık daha oturuyor çizgim. Sosyal medyada iyiyim, öz güvenliyim, insanlarla iyi iletişim kurabiliyorum. Kendimi rezil edecek çok az şey yapıyorum. Saçma sapan, sırf güzel diye yürüdüğüm kadınlar dışında.
Yeni insanlar tanıyorum, onlardan çok şey öğreniyorum. Can abi takip ediyor nasılsa, sonra bir gün konuşuyoruz ve tanışıyoruz sonunda. Sonra Çağrı hoca var, onu da çok seviyorum. O da bana o kadar çok şey katıyor ki anlatmama. İlker var, en sevdiğim oyuncu. Ne zaman artık bu işi yapamayacağımı düşünsem İlker abinin bana söyledikleriyle devam ediyorum. Şunu anlıyorum, benim gibi insanlarda hep gördüğüm şey, devam edebilmek için bazı etkenlere ihtiyaç duyduğumuz oluyor.
Bu sırada kadınlarla ilişkim aynı gidiyor. Hep birileri oluyor ama birileri de reddediyor beni. Bu reddetmeler beni hep iyi bir yönetmen/yazar olmaya itiyor. Onlara kaybettikleri şeyi göstermek istiyorum. Tüm çabam bu yönde, adeta bu intikam duygusuyla çalışıyorum. Bir şey daha oluyor. Benim bir kız arkadaşım, bir kız arkadaşını getiriyor, ben de bir arkadaşımı çağırıyorum erkek. Sonra benle kız arkadaşım seks yaparken, onlar da birbiriyle yapacaklar. Ben kız arkadaşımın kız arkadaşı karşısında ne yapacağımı bilemiyorum. Sonra kız arkadaşımla küsüyorum ben, onun kız arkadaşıyla arkadaş kalıyoruz. Sonra onunla buluşup takılırken, bir anda o bana küsüyor. Arkadaşının daha önemli olduğunu söylüyor. Ben ise onu kaybettiğim için üzülüyorum. Çünkü onun ahlak anlayışı bana uyuyordu ve ayrıca çok güzeldi.
Bir kitap yazıyorum. Adını da "Kendimi Ben Öldürdüm" koyuyorum. İsim hatalı ama "ben" kelimesinin üstü çizili, sanki kullanıyormuş gibi, düşünülmüş bir şey olduğunu anlatınca, güzel fikir gibi geliyor. Xavier Dolan'ın ilk filmine gönderme oluyor ismi, içeriği ise sevdiğim tüm filmlerden ve kısa filmlerimden bir karma roman. Başarısız bir yazarın, intihar edip ölmeyi beceremedikten sonra hayatına geri dönmesi ve "ben aslında kendimi, bir başkası gibi görünmeyi tercih ederek, onların istediği gibi biri olarak öldürdüm" diyen bir kitap. Hiç kimse beğenmiyor, herkes çok öznel buluyor. O zamanlar öyle olduğuna inanmasam da şimdi bana da öyle geliyor, ben de nefret ediyorum. Yazamadığımı düşünüyorum.
Sonra Bekaret diye bir kısa film çekmeye çalışıyorum. O kadar az bütçe var ki, bütçe yok demek doğru olur. Ama kümede kalma savaşı veren takımın hocası gibi hissediyorum kendimi. Korku filmi çekiyorum, sırf Can abiye kendimi gösterebilmek için. Ama onu da beceremiyoruz. Çünkü sırf arkadaşım diye görüntü yönetmenim var, ortak noktada buluşamıyoruz. Kadın oyuncu için sorun olmasın diye senaryoyu değiştiriyorum sonra film benim düşündüğüm film olmaktan çıkıyor. Ben yine hayal kırıklığına uğruyorum.
Yorgunluk...
Ne yapacağımı bilemiyorum. Hep deneyen ama hep yenilen, daha iyi yenilen biriyim. Hayatımdaki her insanın hayatına da zorla girmeye çalışan biriyim. Zorla bir şeyler olmaya çalışan biriyim.
Çok yorgun hissediyorum kendimi. O kadar yorgunum ki, yapacak hiçbir şeyi kendimde göremiyorum. Bir kitap yazmaya karar verip, ilk cümleden sonra devam ettiremiyorum. Kısa film çekmek istemiyorum çünkü artık bir başarısızlık daha yaşamak istemiyorum. Kendimi rezil ettiğimi düşünüyorum.
Yazar olamadım, yönetmen olamadım, başka bir şey olacağımı da düşünmüyorum. Elimden ne gelir diye düşünüyorum. Garsonluk yapamam, insanlarla iletişim kuramadığım için dışarıda çalışamam, narin bir çocuk olduğum için köy hayatı da benim için zor. Ne olacağımı bilemiyorum.
Halen yalnızım. Pessoa 20. yüzyılın en büyük yalnızı. Ben ise 21. yüzyılın en büyük yalnızıyım. En azından ona benziyorum.
Birileriyle buluşmadan önce özgüven kazanmak ve konuşabilmek adına alkol alıyorum.
Halen uyuyamıyorum. Bir insan günde kaç saat uyuyup uyumadığını bilmez mi? Ben bilmiyorum. Uyudum mu onu da bilmiyorum. Uykumda bile düşünüyorum, düşündükçe düşünüyorum.
Kitap yazamıyorum. Düşüncelerim o kadar çok yoğun ki, o düşünceler arasında işe yarayacakları seçemiyorum.
İnsanlar bana soru sorduklarında, kendimi ne diye tanıtmalıyım hiç bilmiyorum. Deneyip, yenilen, bir kez daha deneyip, bir kez daha yenilen biri olmaktan öteye gidemiyorum.
Hayatımda olan her şey zorladığım için oluyor ya da olmasını sağlamaya çalışıyorum. Birinin hayatına girmek için de çaba gösteriyorum, bir şey olabilmek için de. Sanat beni seçmiyor, ben zorla sanatçı olmaya çalışıyorum. Kadınlar beni sevmiyor zorla beni sevmelerini sağlıyorum.
Hiçbir şeye inanmamaya başlıyorum. Aşk, dostluk, seks, sinema, sanat, din, sepet, yumurta ne varsa hepsinin anlamsız olan bu hayata anlam yükleme çabamız dışında bir şey gelmiyor.
Kendimi yorgun hissediyorum. Yüzümü karanlık kaplıyor, tükeniyorum, tükeniyorum....
Annem bana "ne okuyorsun?" diye soruyor. "Faso fiso" diyorum, "Teoman'ın kitabı" Gülüyor. Ben de düşünüyorum. Belki ben de böyle bir şey yazarım diye düşünüyorum. Ama o kadar çok yorgunum ki, hayal kurmaya devam etmekten başka bir şey yapmıyorum...
Henüz 4-5 yaşlarındayım. Çoğu zaman olduğu gibi yine hastanedeyim, annemle kafeteryasında oturmuş tost yerken, adamın biri geliyor. Takım elbiseli, iyi giyinmiş, çok şık, "merhaba" diyor. Anneme bir kart uzatıyor. "Ben yapımcıyım, oğlunuzu yeni başlayacak dizinizde oynatmak isterim" Annem teşekkür ediyor, kartı alıyor. Daha sonra adam gidiyor, mutluyum. Anneme bakıp, "ben şimdi oyuncu mu olacağım?" diye soruyorum, "hayır" diyor, "sen okuyacaksın." Kartı alıp yırtıyor, o kadar çok üzülüyorum ki, ağlayacak gibi oluyorum ama dışarıda ağlamaktan utandığım için ağlamıyorum. İşte o an karar veriyorum, oyuncu olmaya.
Oyuncu olmaya karar verdiğim için televizyonda izlediğim ne varsa o sahneleri taklit etmeye başlıyorum. Hoşuma gidiyor bu. En çok Sadri Alışık olmayı seviyorum, onu nedenini anlamadığım şekilde çok seviyorum. Bana çok üzücü geliyor, her seferinde böyle kaybetmesi ama kaybederken mutlu olması. Gülşen Bubikoğlu'na aşığım. Müjde Ar'ı çok güzel buluyorum, ikisi gibi bir kadınla evlenmek istiyorum. Gülşen Bubikoğlu ile Tarık Akan'ın oynadığı "Ah Nerede?" en sevdiğim filmlerin başında geliyor, çatıya çıkıp "Zehra beni sevdiğini söyle" demesini taklit edip duruyorum. Sevdiği kız uğruna çatıdan atlaması bana çok delikanlıca geliyor. Kızım olursa ileride, adını Zehra koymak istityorum. Bir de İbrahim Tatlıses filmlerinde İbrahim Tatlıses olmayı çok seviyorum. Bana komik geliyor. Hülya Avşar'ı çok güzel buluyorum ve ikisinin sevgili olmayı başarabilmesini hiç anlam veremiyorum. Sonra 1999-2000 yılında henüz 4-5 yaşındayken ilk defa sinemaya gidiyorum. Tarzan oynuyor. Büyüleniyorum adeta. O an yaşadığım heyecanı, ilk kez Ali Sami Yen'e ve Türk Telekom Arena'ya gittiğim zaman yaşamıştım. Hatırlıyorum.
Bülent Korkmaz'ın UEFA finalindeki "değil omzumun çıkması, kopsaydı oynamaya devam ederdim" demecini her denk gelişimde mutlu oluyorum. Böyle bir tutkuya hayran kalmamak elde değil. Tüm ailem Galatasaraylı ama ben Bülent Korkmaz'ın bu cümlesinden sonra artık kesin Galatasaraylı oluyorum. Sonra düşünmeye başlıyorum, futbolcu olmak istediğime karar veriyorum. Galatasaray forması giyeceğim, futbolcu olacağım, Fenerbahçe'ye gol atıp formanın armasını öpüp ağlayacağım. Hatta önemli bir maçın uzatma dakikasında gol atarak, takımımı şampiyon yapacağım. Sakat sakat oynamaya devam edeceğim. Tüm bunları düşünmek, beni mutlu ediyor.
Şarkıcı olmayı düşünüyorum bir yandan. Kalabalığın önünde şarkı söylemek, onların şarkılarıma eşlik etmesi, magazin haberlerinde kendimi görmem çok hoşuma gidiyor. Ama ben Teoman gibi olmak istiyorum. Çünkü o biraz farklı, şarkılarını pek anlamıyorum o yaşta ama bana çok güzel geliyor. Onu kıskanıyorum. Her zaman yanında güzel kadınlar oluyor, iyi veya bir başka gibi gözükmek istemiyor, kameralara küfür ediyor, orta parmak kaldırıyor. Ben de böyle biri olmak istiyorum. Ama anneme söylemiyorum. Çünkü annem onu serseri, sarhoş, ahlaksız görüyor.
Büyüyorum biraz daha. Babam Kadıköy'de çalıştığı için her eve gelişine filmler alıyor, o filmleri izliyorum. Film izlemek ve bilgisayar oynamak dışında bir şey yapmıyorum. Futbolu da çok seviyorum ama annem hasta olurum diye yollamıyor. Babamın getirdiği filmlerin hepsini izliyorum, baya birikiyor filmler, hepsini 1-2 kez izliyorum en az ve sevdiğim sahneleri taklit ediyorum.
Birazcık büyümek...
Sinemada ve televizyonda gördüğüm her kadına aşık olmaya başlıyorum daha sonra. Güzelliği, yaşı, rolünün büyüklüğü küçüklüğü hiçbir şeyi önemsemiyorum. Ekranda gördüğüm birine aşık olmam için bir şey yapmasına gerek yok. Büyüyünce böyle bir kadınla evlenmek istiyorum.
Ortaokulda gayet iyiyim. Derslerimde çok başarılıyım, tüm öğretmenlerim beni seviyor, 84 alırsam tüm sınıf şaşırıyor. Hem başarılı bir öğrenci olduğum için hem de annem okul aile birliği başkanı olduğu için lakabım "süt çocuğu" ama çok takılmıyorum. Benden büyük kızlar bile benimle sevgili olmak istiyor acayip havalıyım. Kadınlarla aram çok iyi ama erkekler bana kıl, hepsine fırsat verseler beni dövecekler. Zaten kavga etmeyi bilmeyen, zayıf, incecik, kısa boylu biriyim çok önemsemiyorum.
Anneannemlerde kalıyorum sık sık. Onlar Bağdat caddesinde oturuyor. Oraya gittiğimde, oradaki çocuklar beni aralarına almıyor onlardan değilim diye. Evime geri döndüğümde arkadaşlarım, beni çok kibar buluyorlar, tıpkı cadde piçleri gibiymişim. Nereye gitsem arada kalıyorum, bir türlü uyum sağlayamıyorum.
Bazı arkadaşlarım yabancı şarkıcıları ve şarkıları dinliyor. Annem de bana gençliğinde yabancı şarkılara ve şarkıcılara hayran olduğunu söylüyor çok şey yapmıyorum. Babam müzik dinlemediği için ondan beslenemiyorum. Ama ben yabancı şarkılara biraz soğuk bakıyorum çünkü sözlerini anlayamıyorum. Sözlerini anladığım ama saçma bulduğum şarkıları da hiç sevmiyorum.
Kitap okurken biraz zorluk yaşıyorum. Okuduğum sayfayı okurken, bir sonraki sayfayı merak edip ileriye doğru göz gezdiriyorum ve daha sonra okuyor olduğum sayfaya dönünce, daha uzun zamana yayılıyor kitap okuma sürecim. Daha sonra bu olay, hemen hemen yaptığım her işte karşıma çıkmaya başlıyor. Ne yapsam, canım sıkılıyor, başka bir işle ilgilenmek istiyorum. Kitap okuyorsam, bir yandan müzik açık oluyor. Sadece kitap okumuş olmayayım istiyorum gibi.
Herkes benim başarılı biri olacağımdan emin. Çekirdek ailem, geniş ailem, akrabalar, tanıdıklar, öğretmenlerim, okuldaki öğrenciler, okul müdürü, ailemin arkadaşları, mahalle, Üsküdar İlçe Eğitim hepsi ve her şey. İnsanların o güvenini hissediyorum ama içten içe gerginlik yaratıyor bu bende. Herkes bir şey olacağımdan emin, ne olacağım konusunda belirsizlik sürüyor. Ama en çok annem, annem benim iyi yerlere geleceğime o kadar çok inanıyor ki, her halinden belli.
Hem anne hem baba tarafında tek erkek çocuk benim. Bu yüzden, kadınlarla ilişkim her zaman iyi. Onlara nasıl yaklaşmam gerektiğini çok iyi biliyorum. Erkekler ise aramı bir türlü düzeltemiyorum, hepsi bana kıl. Ben de sınıftaki güçlü arkadaşlarıma (okulun en güçlüleriydi) para vererek, beni korumalarını istiyorum.
Sınıf arkadaşlarım "31" denen bir şeyden bahsediyor, ayıp bir şey konuşulduğu için bana anlatmıyorlar önce. Daha sonra onları ikna ediyorum, zaten sınıfta sözüm geçtiği için anlatmak zorunda kalıyorlar. Şeylerini, ellerine alıp ovuşturuyorlarmış. "31 kez sayıyorsun" diyorlar. Sabun kullanınca daha iyi oluyor diyor biri. Şaşırıyorum.
Hemen ardında bir sevgilim oluyor, benden bir yaş büyük, okulun en güzel kızlarından biri. Son sınıfa gidiyor, liseye gidecek seneye. Bana öpüşmeyi falan öğretiyor, sonra ben ona "31" olayından bahsediyorum. Bilip bilmediğini soruyorum. Bildiğini söylüyor. O günün sonunda işte ben, mastürbasyondan önce seks yapmış bir adam oluyorum. Sınıfta buna kimse inanmıyor, herkes yalan söylediğimi düşünüyor. Bu mesele, neden yalan söyleyecek bir şey olsun hiç anlamıyorum. Ama yaptığımız şey çok hoşuma gidiyor, erkek olduğumu düşünüyorum.
Futbolcu olamadığım için çok üzülüyorum. Şarkıcı olamayacağımı bilmek de üzücü. Oyunculuk kalıyor geriye. Ama bir arkadaşımın yazar ol deme önerisini ciddiye alıyorum ve bir şeyler yazmaya başlıyorum. Yazmak dediğim ise okuduğum kitaplardan esinlenerek hatta araklayarak yazdığım şeyler. Mutlu oluyorum yazdıkça. Bir de bir fikir beliriyor kafamda. Doktorlar dizisinde Aslan karakterinde kendimi görüyorum ve plastik cerrah olmak istiyorum.
Yavaş yavaş yaklaşıyor yaklaşmakta olan...
Sekizinci sınıfa doğru ben artık iyi çocuk olmaktan sıkılıyorum. Çok sıkıcı geliyor bana. Süt çocukları densin istenmiyorum benim için. Derslere ilgisiz kalıyorum, ders anlatırken hocalar ben hep başka bir şeyleri düşünüyorum, başka bir şeyle ilgileniyorum. Süt çocuğu olmadığımı göstermek için en arka sıralara oturuyorum, çok konuşuyorum, okuldan kaçıyorum, internet kafelere gidip counter oynuyoruz.
O sırada bir film izliyorum, Fight Club diye. Ne olduğunu anlayamıyorum. Marla Singer denen kadına aşık oluyorum, Tyler Durden olmak istediğim insan. Sınıftaki herkese o filmi öneriyorum, izlesinler de konuşalım. O filmin son sahnesinde yaşadığım mutluluğu ve heyecanı, bir kez daha yaşamak için nelerimi vermezdim...
Filmler izlemeye başlıyorum. Sosyal medya daha ülkemizde yeni ama benim MSN, Yonja dahil her yerde hesabım var. Sosyal medyada bazı insanlarla tanışıyorum, her şeyi biliyorlarmış gibi geliyor. Filmler paylaşıyorlar onları izliyorum. Artık isminin nasıl okunduğunu bilemediğim yönetmenler ve filmlerin hayranıyım. Ama etrafımda bu filmleri ve yönetmenleri bilen olmadığı için telaffuz etmeme gerek kalmıyor ve ben nasıl okunduklarını bilmiyorum.
Annem korku filmlerini çok seviyor ama ben hiç sevmiyorum, çok korkuyorum. (Yıllar sonra Can abi sayesinde korku filmlerini sevecek olmama bozulacak ama olsun) Bir de annem o sıralarda yabancı dizi izliyor. O dönem bu kadar yaygın değil, hatta hiç yaygın değil. Ben ise o kadar yabancı dizisinin arasından sadece Supernatural'i çok seviyorum ve Jennifer Love Hewitt denen kadına aşık oluyorum.
Babam beni zorla Kuran kursuna göndermeye çalışıyor, kendi babası ve annesinin etkisiyle. Gıcık oluyorum, resmen zorluyor. Babam kendisinin isteği olmayınca sorun ediyor ama ben kendi isteklerimi yapmak istiyorum. Bayramdan bayrama camiye giden ve ailesini gerikafalı bulan babamın beni zorla camiye göndermesine kıl oluyorum. En sonunda baskılara dayanamayıp kabul ediyorum ama ilk günün ardından camiye diye çıkıp, internete kafeye gidiyorum.
Sinemaya gitmeye başlıyorum o dönem. Bir arkadaşımla aynı dershaneye gidiyoruz, ama aslında hiç gitmiyoruz. Birlikte sinemaya gidiyoruz her seferine. En sonunda para verdiğimiz dershane ailemizi arıyor ikimizin de, yakalanıyoruz. Dershane diyor ki, "paranıza yazık, çocuğunuzu alın buradan" Daha sonra babam benimle konuşuyor, "okumak istemiyorsan söyle" diyor. "Okumak istiyorum ama sinemaya gitmeyi daha çok istiyorum" diye cevap veriyorum, sonra dershane hayatım bitiyor.
Kırılma noktası...
8. sınıfta her şey gayet iyi. Okulda artık eskisi kadar başarılı değilim, annem kardeşim doğduğu için okula çok fazla gelmiyor ama halen okulun en popüler öğrencisiyim. Kızlar, en yakın arkadaşlarına benim için küsüyorlar. Ben ise çok sıkılıyorum bu durumdan. Öğretmenlerim ise düşen notlarımdan biraz sitemkar. Benimle konuşuyorlar, sadece sınıfın değil, okulun ve mahallenin en büyük umudu olduğumu söylüyorlar. Üzerimde acayip bir baskı hissediyorum.
Annem beni seviyor, beni gerçekten çok seviyor. Benim bir şey olmamı istiyor. Avukat, doktor ya da bunun gibi iyi meslek sahibi olmamı istiyor, tek gayesi bu. Üzerimde o kadar baskı yaratıyor ki bu, ne yapacağımı bilemiyorum. Onu hayal kırıklığına uğratmaktan korkuyorum. Etrafımdaki herkes, benim büyük adam olacağımı düşünüyor tek bilemedikleri ne olarak büyük adam olacağım konusunda.
Bir tek babam, benimle ilgili tereddütleri olan adam. Ne yapsam onu tatmin edemiyorum. 95 aldığım sınavda 5 puanın neden kırıldığını söyleyip beni üzüyor. Onun gibi olamayacağım için üzülmeye başlıyorum çünkü babam her işi yapabilen bir adam, çalışmayı seven birisi. Ben ise çalışmak yerine tembelliği seven birisiyim. Bıraksalar hiçbir şey yapmadan, yerimden dahi kalkmadan hayatımı devam ettiririm.
Bu sıralar babamın işleri kötüye gidiyor hatta iflas ediyor. Ben ise anneannemlerde kalmaya başlıyorum, kardeşimle. Babamla durduk yere, hiçbir sebep yokken kavga etmeye başlıyoruz. Beni sevdiğini biliyorum, ben de onu seviyorum ama anlaşamıyoruz işte. Babamın işinin kötü gitmesinde kendimi suçluyorum.
Kendimi o kadar kötü hissediyorum ki, çareyi belki de bundan sonra hayatımda her zaman bulacağım gibi kadınlarda arıyorum. Tüm eski kız arkadaşlarımla görüşüyorum, onlarla birlikte oluyorum ama sevgili olmak istediklerinde kaçamak cevaplar veriyorum ya da olmaz diyorum. Çünkü kendime hayrım yok benim, o kadar kötü hissediyorum ki kendimi, bir başkasına vakit ayıramayacağımı biliyorum.
Sonra üniversite sınavına giriyorum. Aldığım puan hayal kırıklığı oluyor, benden umudu olan herkes şaşkın. Daha fazlasını bekliyorlardı benden, farkındayım. Çok bozuluyorum, çok üzülüyorum. Baggio'nun penaltı kaçırdığı an hissettiği şeyleri hissettiğini düşünüyorum ama ne yapabilirim? Elimden bir şey gelmeyeceğinin çaresizliğini yaşıyorum.
Sonra o dönem her şey için kendimi suçluyorum. Etrafımda olan her kötü şeyde benim varlığımın nedeni var. Hayal kırıklığının ta kendisi olmuşum. İşte bu sırada Dostoyevski ile tanışıyorum. Yetmiyor, Oğuz Atay ile tanışıyorum. Selim Işık hayatta en sevdiğim insanların başında geliyor artık. Pessoa okuyorum daha sonra ve o benim kahramanlarımdan biri oluyor.
Annem beni bir okula yazdıracağını söylüyor, biraz sitem ediyor. Daha iyi bir okul kazanamadığımı ama ortaokuldaki arkadaşlarımın buraya gittiğini söylüyor. Çaresiz kabul ediyorum, annemin benim hayatımı yönlendirmesine her zaman olduğu gibi kabul ediyorum. Sonuçta kıyafetlerimi kendi zevkiyle alan hala o.
Çok düşünüyorum bugünlerde, her şeyi bok ettiğim düşüncesi aklımdan çıkmıyor. Sonra bir bayram sabahı uyanıyorum, ensem o kadar çok ağrıyor ki, kafamı kaldıramıyorum. Ölüyorum, yanıyorum sıcaktan. Bir baş ağrısı, ama öyle bir şey yok. Babam inanmıyor, o hastaneye gitmeyen bir adam olduğu için çok şey yapmıyor. Teyzemin ısrarı üzerine annem taksiyle beni götürüyor ve menenjit olduğumu öğreniyorum.
Biraz sıkıntılı günler
Menenjit olduğumu öğrenince annem ağlamaya başlıyor. Babamı arıyor, teyzemi arıyor. Etrafımda kim varsa ağlıyor. Doktor bana hastalığımı anlatıyor. Tedavimin mümkün olduğunu ancak hasar bırakabileceğini çünkü bunun bir beyin hastalığı olduğunu tane tane anlatıyor. Babam geliyor, en sakin gözüken o. Benimle konuşuyor, istiyorsam imza atacağını ve tedavi olabileceğimi söylüyor. Annem istiyor diye araya giriyor, ben babama bakıyorum. Doktora soruyorum, 'ne olabilir?' Bana bakıp, beynimde bir hasar bırakabileceğini söylüyor. Sakat kalabileceğimi ya da ölebileceğimi söylüyor. Bu seçenekler arasında ölmek bana mantıklı geliyor. İmzamı atıyorum, babam da atıyor.
Tedavi sürecim başlıyor. Üç dört kişi beni tutuyor, kıpırdamamam gerektiğini çünkü kıpırdamam durumunda iğnenin yanlış bir yere gelmesi beni felç bırakırmış. Tedirgin oluyorum. İğneyi vuruyorlar, çok canım yanıyor ama erkek gibi gözükmek istiyorum, ağlamıyorum. Odaya yatırıyorlar.
Odadayken, canım çok yanıyor. Serum veriyorlar, ilaç veriyorlar, bana salak salak sorular sorup bilincimi kontrol ediyorlar. Bazı hemşireler, serum yerine bileğimden ilaç veriyorlar. O zaman yerimde duramıyorum, canım o kadar çok yanıyor ki, pencereden atlamak istiyorum. Kutsal su yemiş iblis gibi bas bas bağırıyorum.
Hastanede kalırken, o kadar çok kitap okuyup, o kadar film izliyorum ki bir anda bunlar bana iyi geliyor. Doktorum gelip beni tebrik ediyor. Genelde menenjit en ufak zararı bile beyinde büyük hasar bırakırken, benim sağlıklı oluşum ona ilginç gelmiş, onu şaşırtmış.
Bir süre sonra hastaneden çıkıyorum. Kimseye bahsetmiyorum ama halen kafamda bazı şeyleri kontrol edemediğimi görüyorum. Beynim ile vücudum arasında zaman zaman iletişimsizlik oluyor. Yani bazı anlar, (özellikle vücudumun bir çok işlevini aynı anda yapması gerektiğinde) vücuduma söz geçiremiyorum.
Onur Ünlü'nün Beş Şehir adlı filmi var. Onu izliyorum. Daha sonra o filmin, Ahmet Rıfat Sungar'ın canlandırdığı şair karakterini çok seviyorum. Onun masa sahnesini o kadar çok seviyorum ki anlatamam. O sahneyi izledikten sonra filmci olmaya karar veriyorum. Oyuncu, yazar ya da yönetmen ona karar vermiyorum ama filmle ilgili bir şey olmak istiyorum.
Beni olmak istediğim kişi olmaya iten...
Hastanede kaldığımdan dolayı geç başlıyorum liseye. Ben okula ilk gittiğim zaman herkes birbirini tanımış, kaynaşmış bile. Daha ilk günden baya sıkıntı çekiyorum. Son geldiğim için bana mesafeli insanlar. Asıl sıkıntı şu ki, ortaokuldaki özgüvenimi kendimde göremiyorum. Bu yüzden hiç kimseyle konuşmuyorum.
Raporum var okula gitmiyorum ama evde sıkılıyorum. Eski okulumu ziyaret ediyorum. Kuzenim (kız) nöbetçi okulun kapısında görevli. Ben öğretmenlerimi, eski arkadaşlarımı görüyorum selamlaşıyorum. Daha sonra bir bakıyorum eski kız arkadaşım. Yani her ikimizin sevgilisi olurdu ama biz birlikte olurduk. Görüyorum onu, karnını tutuyor. "Hasta mısın?" diye soruyorum, "evet" diyor "karnım ağrıyor." Yanına yaklaşıp, "regl misin?" diye soruyorum. "Hayır" diyor. Seviniyorum. Kameranın olmadığı bir yerin olup olmadığını soruyorum, var diyor. Boş bir sınıfa götürüyor beni. Daha sonra onu öpmeye başlıyorum. En arka sıraya duvara doğru götürüyorum, öpüşerek. Orta kümenin en arkasındayız, öpüyorum. Okul eteğini katlamış dokunurken onu fark ediyorum, külotlu çorabını indiriyorum, daha sonra en arkadaki sıraya yatırıyorum. Seks yapmaya başlıyoruz. Herkes derste, biz ise sevişiyoruz. Daha sonra müdür yardımcısının sesini duyuyorum, "nöbetçi" diye bağırıyor. Kuzenim "efendim hocam" diye cevap veriyor. Daha sonra panik oluyoruz, ben ağzına boşalıyorum. Toparlandıktan sonra yavaşça adımlar atıp kapıyı aralayarak bakıyorum, boş bir anda sınıftan çıkıyorum. O ise arkamdan "beklesene piç" diye bağırıyor. Onu bekliyorum, o çıkınca koridorda onu öpüp okuldan çıkıyorum. Hayatımın en heyecan verici anlarından biri oluyor. O kıza bir daha hiç ulaşamıyorum, yaşayıp yaşamadığından emin bile değilim...
Liseyi hiç sevemiyorum. Çok geniş bir yelpazesi var. Ümraniye'de oturan kendisini jiletleyen keko bir çocuk da var, Bu Tarz Benim tarzı yarışma programlarında yarışan kadınlar gibi öğrenciler de. Tam bir kavram kargaşası.
Nasıl davranmam gerektiğini bilemiyorum, çok konuşmamayı seçiyorum. Derslere ilgi gösteremiyorum. Daha sonra bakıyorum üstünlük kurmuş birileri var, birilerini ezmeye çalışıyor. Hemen tarafımı belli ediyorum, ezilen tarafın yanındayım. Sonra bana kafa tutuyorlar, boyum kısacık ve çok zayıfım, öleceğim zayıflıktan. Pes etmiyorum, kafa tutuyorum. Daha sonra kavga ediyoruz ve kavganın sonunda onlarla yakın arkadaş oluyorum.
Lisede bambaşka biri olmaya çalışıyorum. Özellikle sınıfta, herkes bana o kadar çok gülüyor ki bundan keyif alıyorum. Adeta hayali bir karakter yaratıyorum. Joker gibiyim ama Heath Ledger'in Joker'i gibi. Öğretmenler beni seviyorlar ve benimle ilgili sıkıntıları yok ama bana özenen çocuklar yüzünden beni de susturmak zorunda kalıyorlar. Öğretmenler bile benim şakalarıma gülüyor. Bir öğretmenimiz var, geometri hocası. Dört küme var sınıfta. Soldaki kümeyi tamamen boş bırakıyor ve orada ben oturuyorum. Koskoca kümede tek başımayım. Diğer kümelerde arkadaşlarım 3-4 kişi oturuyor. Kadın ağlıyor, "yeter ki sus orada ne yapıyorsan yap tek başına" diyor. Üzülüyorum ama olduğum kişiyi ne kadar başarılı canlandırdığım için mutluyum.
Tüm okul beni tanıyor. Müdür yardımcısı beni övüyor, çok zeki olduğumdan bahsediyor. Bu boyla tüm bunları yapabildiğimi aklı almıyor. Tek sıkıntısı çok konuşmam ve derslere olan ilgisizliğim. Bir de ben hepsini biliyorum havası varmış bende, öyle söylüyor. Okulda tören öncesi benim adımı söyleyip, "duydun mu?" diyor herkesin içinde her seferinde. Tüm okul beni tanıyor ama ben çok utanıyorum.
Lisede çok güzel kadınlar var, instagram o kadar yaygın olmadığı için o dönem, henüz fenomen değiller. Hepsine aşığım. Birine falan değil hepsine aşığım. Ama onlardan uzak durup onları gözlemliyorum. İşte yazar olmak ve sinemaya yönelmek tamamen bu kadınlar üzerinden kafamda kesinlik kazanıyor. Onlarla olabilmek adına sinemaya yöneliyorum, artık kesin kararlıyım.
Editörüm ama kazandığım para çok komik
Editörlüğe başlıyorum. Daha önce facebook sayfalarında admin'lik denilen, facebook sayfalarını yönetmeyi sürdürüyorum. Hatta şu an pek çok tanınan Halit Söyletmez ile oradan tanışıyorum. O facebook sayfalarından sıkılıp, blog yazıları yazmaya başlıyorum. Futbol yazıları. Sonra bir sayfa beğeniyor, Galatasaray sayfası. Şart koşuyorum, yazdığım yazıların altına adımı yazarım. Yazıyorum ve tanınmaya başlıyorum, nedensizce yazılarım paylaşılıyor. Daha sonra Galatasaray Gazetesi beni istiyor, daha büyük ve daha resmi bir yer. Oraya gidiyorum. Orada yazılar yazıyorum.
Bir arkadaşımla maça gidiyoruz, minibüse bindik, Abdi İpekçi'ye gidebilmek için. Sonra biri diğer arkadaşlarına yazı okuyor. "Çocuk ne yazmış be" diyor sonunda. Sonra arkadaşım bana bakıyor ve gülüyor. Çünkü ben o yazıyı, onun yanında aynı minibüsün içinde yazdım. Minibüsten kalkıyorum, arkamı dönüyorum. "Abi" diyorum, "o yazıyı ben yazdım" Adam öyle bir bakıyor ki bana, küçücük çocuğun o yazıyı yazdığına mı inanmıyor yoksa o küçük çocuğun kendisini bu kadar gaza getirebileceğine mi inanmıyor bilemiyorum. "Çok güzel yazmışsın" diyor bana, tanışıyoruz. Sonra yerime oturuyorum.
O zamanlar yaşımı 18 yaşından büyük olduğumu söylememi istiyorlar, öyle söylüyorum ama aslında 15-16 yaşındayım. İsteyenler oluyor beni. Bir gazete bile teklif yapıyor, yaşımı öğrendikten sonra vazgeçiyorlar. Bir televizyon programı var NTV Spor'da. Onlar arıyor beni. Bir kadın ile şapkalı kısa boylu futbol romantiği bir abinin sunduğu. Beni programa davet ediyorlar. Kabul ediyorum. Sonra yaşımı söylüyorum ve sorun olur mu? diye soruyorum. O zaman bunun sorun olacağını söylüyor telefondaki sunucu kadın. Ben de teşekkür ediyorum. 23 Nisan özel programı için gelebileceğimi söylüyor ama ona da ben yokum. Daha sonra program bitiyor zaten.
Editörlükten para kazanmaya başlıyorum ama o kadar çok komik bir para ki bu anlatamam. Ailemden aldığım bu parayı, bir günde harcıyorum zaten. Ama çalışıp kazandığım para ay sonunda şimdi bu. Yine de güzel geliyor, mutlu oluyorum. Babam bana kızdığı zaman bilgisayar başında olduğum için bunu söyleyebiliyorum yani. Ama editörlük yaparken bile sıkıntı oluyor. Arkadaşlarımla anlaşamıyorum. Girmemem gerektiklerini söyledikleri haberler oluyor, bana ters geliyor. Ben satın alınmam yani. Para veriyorsunuz diye her istediğinizi yapamam. Kıdemi benimle aynı olan arkadaşlar var, yeni işe başlayanları azarlıyorlar falan. Daha sonra ben bunlara kızıyorum, çocukların hakkını yedirtmem diye. Sonra arkamdan konuşmuşlar meğer, beni işimden attırmak istiyorlarmış. Sinirleniyorum. Daha sonra bana lakap takıyorlar, adım Balotelli oluyor. Seviyorum bu lakabı. Tam benlik bir lakap çünkü.
Sonra işte şike olayları patlıyor, futboldan soğuyorum. Çok iyi yere geldiğimi düşünüyorum, sıfırdan başlayıp tüm futbol medyasını tanıdığım an kendimi geriye çekiyorum. İşlerden ayrılıyorum, bir daha futbol yazmıyorum, baya takipçisi olan twitter hesabımı kapatıp, artık futbol yazmayacağım bir hesap açıyorum. Bana göre değil çünkü. Birilerinin adamı olman gerekiyor, insanlara yağ çekmen gerekiyor bana ters geliyor bu. Benim işi öğrettiğim arkadaşlarım yüksek yerlerde devam ederken, ben tek başıma evde oturmuş filmler izliyorum.
Futbolcu olamadığımı düşünürsek, tanıdığım sporcuların ardından taraftarlık kısmını geriye çekiyorum kendimde. Yine Galatasaray'ı çok seviyorum, maç izlerken çok sinirli biri olup, maçın ardından ağlayabiliyorum. Ama yine de maçlara gitmek daha doğrusu holiganlığa varacak kısmı bitiriyorum kendimde. Takımımda gördüğüm yeteneksiz veya zekasız sporcuları, sanki hakkımı elimden almışlar gibi hiç sevmiyorum, nefret ediyorum onlardan. Sporcu kadınları güzel buluyorum sadece ama o kadar. Onlarla birlikte olmalıyım bu yüzden bunu başarabilecek bir iş yapmalıyım diye düşünüyorum. Aklıma yine çocukken televizyonda gördüğüm kadınlarla evlenmek isteğim geliyor ve hemen karar veriyorum. Sinema yapmalıyım.
Krizi fırsata çevirmek...
Okul ile ilgili sıkıntılarım devam ediyor. Okulla aram hiç yok. Anneme beni okuldan almasını başka bir okula vermesini söylüyorum. Dinlemiyor. Çok ısrar ediyorum en sonunda tamam diye geçiştiriyor beni ama okulda kalmaya devam ediyorum. Okula zar zor gidiyorum. Okuldaki salak buluyorum çünkü. Gösteriş budalası insanlardan haz etmiyorum.
Ortaokuldan hiç kimseyle görüşmüyorum, liseden 1-2 arkadaşımla devam ediyorum hayatıma. Hayatımda değişiklik yapmalıyım, istediğim kişi olabilmek adına. Çok kitap okuyorum, çok film izliyorum. Annem, "bu kadar çok okuma" diyor. Ben okuyorum. Onlardan aldığım paraları filmlere, kitaplara veriyorum. Onlar kızıyor, yemek için ya da kıyafet için harcamam gerekiyormuş. Babam ise o paraları bunlara vereceğine biriktir, bir gün lazım olur diyor. Çok şey yapmıyorum.
İlk sene devamsızlıktan dolayı kaldım sınıfta. Sınıf tekrarı yaptım yani. İkinci sene ise dört tane zayıfım geliyor. Dördü de sayısal dersler. Matematik, geometri, fizik ve kimya. Allah'tan biyolojinin sözel kısmı var da rahatım. Edebiyat 5, Dil Anlatım ortalamam 100 ama sayısal derslerden dolayı kalacağım resmen. Kimya hocası beni 44,25'de bırakmış. Hocaya gidiyorum 0,25 puan verirse sınıfı geçeceğimi söylüyorum ve ikinci senem olduğunu. Kabul etmiyor. Ben de çok şey yapmıyorum. Yazın kurtarma sınavları oluyor, onlara gitmiyorum. Ve lise hayatım bitiyor.
Annem ağlıyor, babam ilk defa otoriter tavrından ödün veriyor, çok üzgün. Benim büyük biri olacağımı düşünen herkes, büyük hayal kırıklığına uğramış. Annemin tarafını hayal kırıklığına uğrattığım için üzülüyorum, beni onlar büyüttü çünkü. Bana umut dolu bakan gözler, artık yerini hayal kırıklığına bırakıyor.
O kadar kötü hissediyorum ki kendimi, ağlamıyorum ya da bir tepki vermiyorum. Ama kötüyüm yani. İntiharı düşünüyorum, ölsem diyorum. Sonra bir şekilde vazgeçiyorum ya da yemiyor. Filmlere veriyorum kendimi, kitaplara veriyorum. Pessoa ile bu anda tanışıyoruz, ondan sonra onu hiç bırakmıyorum. Selim Işık'a dönüşüyorum adeta.
Sonra editörlük resmen işim oluyor, asgari ücret kazandığım yerlerde yazıyorum. Spor siteleri, dergiler falan ne olursa. Buradan para alıyorum, sonra açıktan liseye okumaya karar veriyorum. Paramı kazanırken, asıl isteğim ve hedefim olan yazarlık için hikayeler yazmaya başlıyorum. Sonra Mert Okkaoğlu sayesinde kitabım çıkıyor.
17 yaşıma geldiğim zaman blog'umdaki yazılarımdan bir kitabım çıkıyor. Babam, kitabımın bu yaşta çıkmasına karşı. Çünkü yazılarımı okuduğunu ve nitelikli bulmadığını söylüyor. Çok şey yapmıyorum. En sonunda kitabım çıkıyor, seviniyorum. Çünkü bu kitabın benim için anlamı büyük. Bu kitapla birlikte hangi yolda yürümek istediğimi gösteriyorum insanlara. Kaybettiğim özgürlüğümü geri kazanıyorum aslında.
Dönüşü olmayan bir yolculuk...
Kitabımın çıktıktan sonra kendimi geliştirmeye çalışıyorum. O kadar çok kitap okuyup, o kadar çok film izliyorum ki, hayatımda verdiğim her örnek -özellikle filmlerden- ya kitaplardan ya da filmlerden olmaya başlıyor. Farkında olmadan kitaplardan alıntılar yapıp, filmlerdeki sahneleri taklit etmeye, hayranı olduğum yönetmenlerin/yazarların cümlelerini söylemeye başlıyorum.
Asıl korkunç olan, insanlara nasıl tepkiler vereceğimi bilememeye başlıyorum. Adeta unutuyorum insanlarla iletişim kurmayı ve onlarla iletişimim filmlerde gördüğüm kadarıyla olmaya başlıyor. Filmlerden gördüklerimi söylüyor, yapıyor ve yaşıyorum. Herkese aynı tepkileri verip, aynı şeyleri yazıp, aynı şeyleri söylemeye başlıyorum. Daha fazlasında zorlanıyorum.
O kadar çok içime kapanıyorum ki, liseden görüştüğüm 1-2 arkadaşımla buluşmadan önce hazırlık yapıp öyle yanlarına gidiyorum. Hazırlık yapmamın nedeni de, benim olduğumu düşündükleri komik/havalı çocuk olabileyim.
Bu sırada uykusuzluk başlıyor. Hayatım boyunca yaşadığım uykusuzluk sorunu daha büyük bir hal alıyor. Uyumam zorlaşıyor. İstediğim gibi uyuyamıyorum. Hatta çoğu zaman hiç uyuyamıyorum. Bir süre o kadar değişik bir hal alıyor ki, uyudum mu yoksa uyuyamadım mı bilemiyorum.
Editörlük yapıyorum ama bir yandan yazar olmak istiyorum. Dergilere yazılar yazıyorum ama başkalarının adına yazılmış yazılar oluyor. Şöyle ki, birilerini tanıyorum onlar yazı yazar mısın diyorlar yazıyorum, kendileri adında yayınlamışlar. Çok şey yapmıyorum. Bazı programlara dışarıdan destek veriyorum.
İnternet üzerinden gördüğüm ve ulaşabildiğim herkese mesajlar atıyorum. Çoğu görüp yazmıyor ama olsun. En azından onlarla artık istediğim zaman iletişim kurabileceğim bir durum yakalıyorum. Daha sonra dedemden para istiyorum ve o da 10 bin tl para veriyor. Ona gidip mark 2, tripod, çanta, lens seti, mikrofon, boom falan ekipman alıyorum. Artık yönetmenlik deneyeceğim çünkü yazdıklarımı çekmek isteyen birileri yok.
Yol...
Kitabım çıktıktan sonra biraz rahatladım ama hala benim ne olacağım konusunda kendimin yaşadığı bir sıkıntı var. Ne olacağım diye düşünüyorum bir şey bulamıyorum. Sinema dışında hiçbir şey bilmiyorum, edebiyatta da fena değilim. Ama sinema ve edebiyatta her zaman daha iyisini olabileceğim düşüncesi beni bırakmıyor. Okuyor, izliyorum deli gibi. Yetmiyor, notlar tutuyorum, arşiv yapıyorum kendime.
Godard'ı çok seviyorum, tüm filmlerini izliyorum. Altyazılı olanları kaydediyorum, olmayanları bir şekilde bulup kendim ekliyorum filmlere. Bergman'ı da çok seviyorum. En sevdiğim iki yönetmen belli oluyor. Kubrick en iyi yönetmen olabilir ama en sevdiğim 3. yönetmen olabilir diye düşünüyorum. Türkiye'de Zeki Demirkubuz'u çok seviyorum çünkü Masumiyet gibi bir şey çekmiş. Nuri Bilge Ceylan'ı da seviyorum ama çok başarılı diye çok da şey yapmıyorum. Çünkü biliyorum ben olursam Demirkubuz gibi biri olurum. NBC bana hep aynı mahallede ama sitede oturan zengin,başarılı, şımarık çocuk gibi geliyor. Zeki ise aynı sokakta büyüdüğün bir abi veya arkadaş gibi. En sevdiğim yerli yönetmen ise Metin Erksan oluyor. Sevmek Zamanı ne film ama. Her Şey Çok Güzel Olacak adlı filmi seyrediyorum, en sevdiğim film oluyor ve böyle film çekmek istiyorum. Çünkü komik şeylerin yaşandığı hüzünlü bir hikayeleri çok seviyorum... Xavier Dolan 19 yaşında çekmiş ilk uzun metrajını, ben de o yaşımda bir uzun çekeceğim. Seni yeneceğim Xavier Dolan diyorum kendi kendime...
Bir senaryo yazıyorum. 45-50 sayfa. Bir arkadaşım var, rap klipleri çekiyor. Onunla konuşuyorum. Sana Dair diye bir şey çekeceğim, kısa film olacak. Kitabımda yer alan bir hikayeyi uyarlayacağım. Hikayeyi de şöyle yazmıştım. Ben Galatasaray sitesinde çalışırken benim yaşımda bir Fenerbahçeli basketbolcu kız kanser olmuştu, ona geçmiş olsun mesajı yayınlayınca biz fair-play ruhu olarak gündem olmuştuk. İşte o kızı hayal ediyorum, kız basketbolcu, kanser oluyor. Ben menenjit geçiriyorum, o kıza aşık oluyorum. Ama kız beni sevmiyor falan işte. Ona ulaşmaya çalışıp sonunda ulaşıyorum ama kız siktir çekiyor. Sonunda işte bir barda, "işte böyle" deyip televizyona dönüyorum o da son saniye basketini atıyor, takımına maçı kazandırıyor. Ben de biramı içip "öyle çok şey vardı ki sana dair; hiçbirini bilemeyeceksin" diyorum ve bitiyor.
Arkadaşım biraz daha bilgili benden, rap klipleri falan çekmiş, ders almış, hocaları falan var yani. Diyor ki, bu kadar uzun senaryo olmaz, 1 dakika 1 sayfası diyor, bazı sahneleri kesiyoruz falan. 17-18 dakikaya iniyor kısa filmin senaryosu. Benim oynamamı istemiyor, bir arkadaşını gösteriyor, tamam diyorum nasıl oynar falan şey yapmadan. Ben oynayacaktım ama çok ısrar etmedim. Sonra bir arkadaşımı ikna ediyorum kadın oyuncu için boyu kısa. Ama yapacak bir şeyim yok ya da aklıma gelmiyor. Sonra çekiyoruz, o kadar kötü çekiyoruz ki, film bittiğinde rahatlıyorum. En azından bundan daha kötüsü olamayacak diyorum. Gerçekten o kadar kötü oluyor ki, daha kötüsü yapılamaz. Ama mutluyum, en azından denedim ve nasıl yapılmıyor onu öğrendim.
Bu kısa filmin çıkış noktası olan kıza mesaj atıyorum, tüm arkadaşları beni takip ediyor ama bu takip etmiyor. Arkadaşı aracılığıyla mesaj atıyorum, senden esinlendim, sana aşık olmuşum gibi düşündüm bu hikayeyi kitabımda kullanmıştım ve bunun kısa filmini yaptım falan. Kız bana sert çıkıyor. Acayip bozuluyorum. Hani bir teşekkür bekliyorum ya da ne gerek vardı falan der diye düşünüyorum, ağzıma sıçıyor. Acayip sinirleniyorum. Daha iyisini çekmem lazım diye düşünüyorum. Resmen hayata tutunma amacım oluyor bu his.
Bu sırada twitter üzerinden büyümeye, tanınmaya başlıyorum. Hayranı olduğum ünlülerle, sanatçılarla tanışmaya başlıyorum.
Ben aslında o değilim...
Takip edilmeye başladıkça, insanlara ulaşabiliyor olmam kolaylaşıyor. Her insanla tanışabiliyorum, bu kadar takipçisi olup, bu kadar az şeyle mutlu olan tek insan benim ama çok sıkıntı yapmıyorum. Benden yardım isteyen tüm arkadaşlarımın takipçisi artıyor, benim kitabımı övenler sırf bu yüzden kitabını çıkartıyor, editörlükte ben Balotelli gibi oluyorum ama insanlarla arasını iyi tutan, insanları öven ve kendini sürekli hatırlatan insanlar çok iyi yerlere geliyor. Galatasaray resmi sayfasında çalışmayan tek Galatasaraylı ben oluyorum etrafımda. Ama mutluyum. Galatasaray'ı kullanarak bir yerlere gelmek istemiyorum. Ancak Galatasaray'da işçi olan insanların havaları görünce deli oluyorum, bu yüzden sporcuların havalı olmasına artık takılmıyorum, bu sikkolar bile böyle oluyorsa o kadar para alan insanlar bırakın da havalı olsun diyorum.
Herkes yolunu buluyor ama ben yolumu bulamıyorum. Kısa film denemelerim oluyor ama o kadar çok kötüler ki, yönetmen olmayacağımı düşünüyorum. Yazıyorum ama istediğim gibi yazamıyorum. Bir türlü kitap yazamıyorum. Başlıyorum ama sonra devamını getirecek gücü kendimde göremiyorum.
Galalara gidiyorum, insanlarla tanışıyorum, ünlüler arkadaşlarım oluyor. Onur Ünlü'yü babamdan daha çok görüyorum, Ahmet Kural'a kendi arkadaşlarımdan daha çok şey anlatıyorum. Bu etrafımdaki insanların bana bakışını değiştiriyor, oldum sanıyorlar. Ama aslında öyle bir şey yok. Ben onlarla konuşurken, onlardan yararlanıyor gibi görünmemek için çok şey yapmıyorum aslında. Benim niyetim onlarla takılmak değil, onlardan biri olmak.
Televizyona bir kaç şeyler yazıyorum, editörlük devam ediyor ama benim gözüm hep sıçrama yapmak ne yapacağımı bilemiyorum ama. Bu sırada açıktan liseyi bitiriyorum, o kadar kısa bir zamanda bitiriyorum ki, benden önce liseyi bitiren arkadaşlarımla aynı sene üniversite sınavına giriyorum. Okula gitmemek, bana iyi geliyor. Aslında insanın olmadığı her yerde iyiyim. O yüzden evimden çalışarak editörlük yapıyorum.
Sanat camiasından insanlarla tanışıyorum artık bunu sosyal medya üzerinden yapıyorum. Mutlu oluyorum. Konuşmayı pek beceremiyorum ama açıldığım takdirde entelektüel bilgi anlamında yaşımdan daha çok şey vaat ettiğimi görüp, beni seviyorlar. Bir de bebek yüzlü olmanın avantajı, beni küçük görüp seviyorlar. Tanıdığım insanların olması güzel ama bana pek faydalı olmuyor haliyle, ne yapabilirler ki? Ama etrafımdaki insanlar bana yazıyorlar, benim kısa filmlerimde oynamak istiyorlar, benimle sevişmek istiyorlar. Hiç kimseyi reddetmiyorum tabi.. Artık talep eden değil, talep edilenim.
İnsanlar artık benim bir şey olduğumu ya da bir şey olmak üzere olduğumu düşünüyor. Özellikle annem ve anne tarafım. Ama olaylara uzaklar. Ben ise onların kafasındaki değilim, bir bok değilim ve olacak gibi değilim. Etrafımdaki insanların olduğunu düşündüğüm insan değilim, o ben değilim demek istiyorum ama demiyorum. Çünkü onların düşündüğü insan olmak benim de hoşuma gidiyor.
Sonra işte Cenaze Evi adlı bir kısa film çekiyorum. Fikir gerçekten iyi. Filmi çekiyorum, bir tripod ve bir kamerayla. Teyzemi, dedemi falan oynatıyorum. Çekerken 15 Temmuz olayı patlıyor işte o gün. Biz asker kıyafeti kiralamışız elimizde asker kıyafeti var düşünün. Sonra işte bir şekilde çekiyoruz filmi, istediğim gibi olmuyor. Kurgusunu internet kafede yapıyoruz, 36 saat hiç kalkmadan masadan ve hesabı ödeyip filmi hazır edip çıkıyoruz.
Sonra Cenaze Evi filmi yolladığımız tek kısa film İzmir Kısa Film Festivalinde gösterim seçkisi kazanıyor. Başka bir festivale yollamıyorum büyü bozulmasın diye. Tek başıma yaptığım tüm bu çabaların ufak karşılığını almak, beni o kadar mutlu ediyor ki anlatamam..
Yalnızım....
Hayatım boyunca her zaman bir şeyler yapmaya çalışan biriyim ama tek başıma yapıyorum bunları. O kadar çok yalnızım ve her seferinde piç gibi tek başıma uğraştığım için her şeyi, sorunun bende olduğunu anlıyorum. Kimseden bir beklentim kalmıyor, en sevdiğim futbolcu tipi gibiyim. Tekmeye kafa uzatmam gerekiyorsa uzatacağım. Felipe Melo diyorlar arkadaşlarım bana.
Yalnız kalıyorum. Arkadaşlarım var ama onlara sanki dokunamıyorum. Kadınlarla ciddi bir ilişki yaşamıyorum ne zaman olacak gibi olursa kaçıyorum ama kadınlar hayatımda hep oluyor. Kendimi kadınların yanında güçlü ve mutlu hissediyorum. Sadece seks yaparken, düşünmüyorum ve bu yüzden benim için iyi gelen bir şeye dönüşüyor.
Yalnızlıktan dolayı en yakın arkadaşlarım kitaplar ve filmler oluyor. Hayatta zorluk çekmeye başlıyorum. Tek bir yere gitmiyorum. Menüsünü bilmediğim yerlere gitmiyorum, nasıl davranacağımı bilemediğim, çok kalabalık yerlerden kaçıyorum. Yalnızlığa itiyorum kendimi. Belki bir şeyler yazıyorum diye düşünüyorum ama yıllardır yazamadığım kitabı halen bitiremiyorum.
Kafamdakileri sorabileceğim, tartışabileceğim kimse yok. Ya da ben bir şey yapmak isterken, işimi kolaylaştıracak, bana yardım edecek biri. Sırf bu yüzden keşke bu kadar zor biri olmasaydım ya da keşke daha iyi biri olsaydım diye düşünüyorum sık sık.
Üniversite kazanıyorum ama babamla bir anlaşmazlık yüzünden gitmiyorum. Seneye daha iyisini yaparım diyorum ama yapamıyorum. Kayseri'yi kazanıyorum. Kayseri'ye gidiyorum sonra oradayken hissettiğim tek şey, daha iyisini hak ettiğim düşüncesi oluyor. Çünkü ben Cannes'ı falan hayal ederken, Kayseri'de olmak beni depresyona sokuyor. Tanıdığım her insan beni oraya yakıştırmıyor. Ben de bir sene boyunca çalışıp, İstanbul Üniversitesine geçiş yaparak, geri dönüyorum.
Kırılma noktası daha...
Kayseri'deyken tanıştığım bir adam var. Can abi. Soy ismini vermek istemiyorum belki rahatsız olur diye. Onu o kadar çok seviyorum ki, anlatamam. Onu tanıyınca, sanata biraz daha farklı bakmaya başlıyorum. Dünya görüşü olarak, belki de düşündüğüm şeyleri onun sayesinde dillendirmeye getiriyorum. Etrafındaki insanlar, hayatı, ideolojisi, sinema dili çok hoşuma gidiyor. Artık yolumu ona doğru kırmaya karar veriyorum.
Sosyal medyada birazcık daha oturuyor çizgim. Sosyal medyada iyiyim, öz güvenliyim, insanlarla iyi iletişim kurabiliyorum. Kendimi rezil edecek çok az şey yapıyorum. Saçma sapan, sırf güzel diye yürüdüğüm kadınlar dışında.
Yeni insanlar tanıyorum, onlardan çok şey öğreniyorum. Can abi takip ediyor nasılsa, sonra bir gün konuşuyoruz ve tanışıyoruz sonunda. Sonra Çağrı hoca var, onu da çok seviyorum. O da bana o kadar çok şey katıyor ki anlatmama. İlker var, en sevdiğim oyuncu. Ne zaman artık bu işi yapamayacağımı düşünsem İlker abinin bana söyledikleriyle devam ediyorum. Şunu anlıyorum, benim gibi insanlarda hep gördüğüm şey, devam edebilmek için bazı etkenlere ihtiyaç duyduğumuz oluyor.
Bu sırada kadınlarla ilişkim aynı gidiyor. Hep birileri oluyor ama birileri de reddediyor beni. Bu reddetmeler beni hep iyi bir yönetmen/yazar olmaya itiyor. Onlara kaybettikleri şeyi göstermek istiyorum. Tüm çabam bu yönde, adeta bu intikam duygusuyla çalışıyorum. Bir şey daha oluyor. Benim bir kız arkadaşım, bir kız arkadaşını getiriyor, ben de bir arkadaşımı çağırıyorum erkek. Sonra benle kız arkadaşım seks yaparken, onlar da birbiriyle yapacaklar. Ben kız arkadaşımın kız arkadaşı karşısında ne yapacağımı bilemiyorum. Sonra kız arkadaşımla küsüyorum ben, onun kız arkadaşıyla arkadaş kalıyoruz. Sonra onunla buluşup takılırken, bir anda o bana küsüyor. Arkadaşının daha önemli olduğunu söylüyor. Ben ise onu kaybettiğim için üzülüyorum. Çünkü onun ahlak anlayışı bana uyuyordu ve ayrıca çok güzeldi.
Bir kitap yazıyorum. Adını da "Kendimi Ben Öldürdüm" koyuyorum. İsim hatalı ama "ben" kelimesinin üstü çizili, sanki kullanıyormuş gibi, düşünülmüş bir şey olduğunu anlatınca, güzel fikir gibi geliyor. Xavier Dolan'ın ilk filmine gönderme oluyor ismi, içeriği ise sevdiğim tüm filmlerden ve kısa filmlerimden bir karma roman. Başarısız bir yazarın, intihar edip ölmeyi beceremedikten sonra hayatına geri dönmesi ve "ben aslında kendimi, bir başkası gibi görünmeyi tercih ederek, onların istediği gibi biri olarak öldürdüm" diyen bir kitap. Hiç kimse beğenmiyor, herkes çok öznel buluyor. O zamanlar öyle olduğuna inanmasam da şimdi bana da öyle geliyor, ben de nefret ediyorum. Yazamadığımı düşünüyorum.
Sonra Bekaret diye bir kısa film çekmeye çalışıyorum. O kadar az bütçe var ki, bütçe yok demek doğru olur. Ama kümede kalma savaşı veren takımın hocası gibi hissediyorum kendimi. Korku filmi çekiyorum, sırf Can abiye kendimi gösterebilmek için. Ama onu da beceremiyoruz. Çünkü sırf arkadaşım diye görüntü yönetmenim var, ortak noktada buluşamıyoruz. Kadın oyuncu için sorun olmasın diye senaryoyu değiştiriyorum sonra film benim düşündüğüm film olmaktan çıkıyor. Ben yine hayal kırıklığına uğruyorum.
Yorgunluk...
Ne yapacağımı bilemiyorum. Hep deneyen ama hep yenilen, daha iyi yenilen biriyim. Hayatımdaki her insanın hayatına da zorla girmeye çalışan biriyim. Zorla bir şeyler olmaya çalışan biriyim.
Çok yorgun hissediyorum kendimi. O kadar yorgunum ki, yapacak hiçbir şeyi kendimde göremiyorum. Bir kitap yazmaya karar verip, ilk cümleden sonra devam ettiremiyorum. Kısa film çekmek istemiyorum çünkü artık bir başarısızlık daha yaşamak istemiyorum. Kendimi rezil ettiğimi düşünüyorum.
Yazar olamadım, yönetmen olamadım, başka bir şey olacağımı da düşünmüyorum. Elimden ne gelir diye düşünüyorum. Garsonluk yapamam, insanlarla iletişim kuramadığım için dışarıda çalışamam, narin bir çocuk olduğum için köy hayatı da benim için zor. Ne olacağımı bilemiyorum.
Halen yalnızım. Pessoa 20. yüzyılın en büyük yalnızı. Ben ise 21. yüzyılın en büyük yalnızıyım. En azından ona benziyorum.
Birileriyle buluşmadan önce özgüven kazanmak ve konuşabilmek adına alkol alıyorum.
Halen uyuyamıyorum. Bir insan günde kaç saat uyuyup uyumadığını bilmez mi? Ben bilmiyorum. Uyudum mu onu da bilmiyorum. Uykumda bile düşünüyorum, düşündükçe düşünüyorum.
Kitap yazamıyorum. Düşüncelerim o kadar çok yoğun ki, o düşünceler arasında işe yarayacakları seçemiyorum.
İnsanlar bana soru sorduklarında, kendimi ne diye tanıtmalıyım hiç bilmiyorum. Deneyip, yenilen, bir kez daha deneyip, bir kez daha yenilen biri olmaktan öteye gidemiyorum.
Hayatımda olan her şey zorladığım için oluyor ya da olmasını sağlamaya çalışıyorum. Birinin hayatına girmek için de çaba gösteriyorum, bir şey olabilmek için de. Sanat beni seçmiyor, ben zorla sanatçı olmaya çalışıyorum. Kadınlar beni sevmiyor zorla beni sevmelerini sağlıyorum.
Hiçbir şeye inanmamaya başlıyorum. Aşk, dostluk, seks, sinema, sanat, din, sepet, yumurta ne varsa hepsinin anlamsız olan bu hayata anlam yükleme çabamız dışında bir şey gelmiyor.
Kendimi yorgun hissediyorum. Yüzümü karanlık kaplıyor, tükeniyorum, tükeniyorum....
Annem bana "ne okuyorsun?" diye soruyor. "Faso fiso" diyorum, "Teoman'ın kitabı" Gülüyor. Ben de düşünüyorum. Belki ben de böyle bir şey yazarım diye düşünüyorum. Ama o kadar çok yorgunum ki, hayal kurmaya devam etmekten başka bir şey yapmıyorum...
21 Nisan 2018 Cumartesi
İstanbul Film Festivali notları (2018)
istanbul film festivali'nde izlediğim filmler ve görüşlerim:
(facebook profilimden alınmıştır. çok fazla detaya girmeden, kendim için tuttuğum kısa notlardır)
- you were never really here.
filmekimi'nde iptal olmuş ve izlemediğim için çok üzülmüştüm. izledim ve hayran kaldım. filmin eleştirilebilecek tüm özelliklerinin, yönetmenin isteği ve bilinçli olarak yaptığı bir şey olduğu için filmi çok sevdim. rahatsız etmek için elinden geleni yapan ve rahatsız eden film. müziğin kullanımı, seyirciyi sıkmayan aksine her geçen dakika daha fazla sürükleyen temposu, joaquin phoenix'in ders niteliğinde muhteşem oyunculuğu muazzam. filmin içinde var olan karmaşıklık, bence bir sorun değil aksine filmden daha fazla haz almamı sağlayan şey. yönetmenin bilinçli bir isteği olarak düşünüyorum. çok çok sevdim bu filmi. en güzel yorum ise: "21. yüzyıl Taxi Driver'ı."
- 24 frames.
abbas kiyarüstemi'yi ve filmlerini çok seviyorum. ama sinema dilini ve anlayışına çok uzağım. enfes bir güzelliği olan 24 kareyi bizlere sunmak istiyor, harika şarkılar eşliğinde. ancak ben filmin yarısında (12. karede) çıktım.ilk kez bir filmin yarısında çıktım maalesef çünkü dikkat dağınıklı olan benim için muhteşem bir eziyete dönüşmüştü. ama evimde sardırarak ya da rahat bir şekilde izleyeceğimi düşünüyorum.
-holiday.
tolga karaçelik, sundance film festivali'nde izlemiş ve bu filmi önermişti. ben bu yüzden çok fazla merak ediyordum. türkiye'de bodrum'da çekilen bu filmi fazlasıyla beğendim. senaryonun zayıflığına rağmen iyi film olduğunu düşünüyorum. çok sert sahneleri var. özellikle bir tecavüz sahnesi var ki, gaspar noe'nin dönüş yok filmindeki malum sahneden sonra gördüğüm en sert sahnelerden biri.
-alanis.
benim için en büyük hayal kırıklığından biri oldu. çok güzel bir afişi ve konusu olan ancak senaryodaki eksiklikler, klişeler, türk dizilerinin bir filme sıkıştırılmış hali gibiydi. film çok bilindik, yeni hiçbir şey sunmayan bir film. hiç sevmedim.
- l'amour des hommes of skin and men. (erkeklere bakmak)
konusu, adı, afişiyle nefis iddialı bir film. ancak bu kadar iddialı olup, böyle bir film olmasını sevmiyorum. benim de sık sık başıma gelen, "kadın oyuncuya sorun olmasın, böyle yapalım" formülleriyle kurtarılmaya çalışılmış bir film. onun dışında senaryoda o kadar kopukluk, her şeyin hızlıca olması, anlam verilmeyen olaylar, neden var olduğu anlaşılmayan karakterler, Yeşilçam filmlerindeki gibi kötü-iyi karakterlerin var olması gibi çok sorun var. niyeti iyi film ama iyi film olmaktan uzak bence. Hafsia Herzi gerçekten başarılı bir oyuncu.
- disobediance (itaatsizlik)
bence fena film değil. sadece son sahnelerinde baya bir sıkıntı var. orta yolu bulmak istiyor gibi. formül kokan ve çoğu kez tahmin edilebilir senaryosu, bir kaç kez "artık bitsin" dedirtiyor olmasına rağmen devam etmesi gibi çok defosu var ancak ben yine de sevdim filmi. rachel weisz ile rachel mcadams'ın uyumu ve performansları muhteşem. sevişme sahneleri de etkileyiciydi.
- cameron post’a ters terapi
sundance film festivali'nin 'drama dalında büyük jüri ödülü'nü kazanan bu filmi eğer benim gibi amerikan bağımsız sinemasını seviyorsanız seversiniz. amerikan bağımsız filmlerinin kaliteli işlerinden. benim kuşağımın çılgın atan iki ismi chloe moretz (kariyerini bu yöne çevirmesi hoş) ve sasha lane ise döktürüyor.
-unsane (saplantı)
tamamı iPhone ile çekilen bu film, ne ile çekerseniz çekin iyi film, iyi filmdir diyor. çok beğendim. hiç kopmayan temposu, oyunculukları, ters köşeleriyle baya baya iyi film. özgün bir konusu olmasa dahi işleyişi bakımından fark yaratmış. (ayrıca rexx'de izlerken, filmin yükseldiği anda bir abi, "huh" diye bağırdı. tüm salon filmi bırakıp, ona gülmüştük. bu da güzel bir anıydı) tek sıkıntısı, kötü karakterin çok havada kalması geldi.
-lowlife (sefil hayat)
can evrenol'un önerisiyle izlediğim bu filmi çok sevdim. normalde bir başka filme bilet almıştım ama can abi, "mutlaka izlemelisin" deyince tabii ki kaçırmadım. festivalin sürprizlerinden oldu benim adıma. 'pulp fiction'' tarzı kurgusu ve esintileriyle, düşük bütçesiyle çok iyi iş çıkarmış tarantinovari bir film. filmi izlerken bazı yerlerde senaryonun gazabına uğrasam da çok sevdim. sert sahneleri özellikle çok başarılı buldum. ayrıca filmin yönetmeni çok sempatik bir adam. ve modadan anladığını söyleyebilirim. çünkü gece boyunca ceketimi övdü...
-mektoub, my love: canto uno (kısmet, sevgilim: ilk şarkı)
festivalin en büyük hayal kırıklığı! 3 saat boyunca hiçbir şey anlatmadan bize bir şeyler izletti. "mavi en sıcak renktir" filmini çektikten sonra en üstlere çıkardığı beklentiden sonra ne yapsa belki hoşuma gitmeyecekti ama bu kadar berbat bir film beklemiyordum. filmin ilk sahnesini gördükten sonra gülümsedim, gaspar noe'nin love filmi gibi bir şey beklemeye başladım. ama ondan sonrası çöp. çok güzel kadınlar var, gerçekten çok güzeller. ve etrafında çok çirkin erkekler var. bir ana karakterimiz var, kafka gibi bir şey. amcası, kuzeni yanındaki kızı alıyor. garibimin sesi çıkmıyor. kendisi dışında herkes seks yapıyor. bence zaten yönetmen, kendisini anlatıyor. ikinci filminde, ilk filmde yazar olan ana karakterimizi yönetmen olarak göreceğiz gibi. umarım bu filmi eski sevgilileri falan izlemiş ve onlardan intikam alarak mastürbasyonunu gerçekleştirmiştir. (bu filmde adeta döktüren Hafsia Herzi'ye mesaj attım, sonra tanıştık, Bekaret'i izlettim, bana gösterime girmemiş filmini attı. sonra numarasını verdi, sonra Fransa'da görüşmek istediğini söyledi. bu yüzden mutluyum ama) ayrıca bu yönetmenin hiç mi arkadaşı yok? seveni yok? bu filmi yapmaması için uyarmamışlar adamı...
-touch me not (dokunma bana)
altın ayı ödülünü kazanan bu filmi çok sevdim. epey farklı bir dili olmasına rağmen çok beğendiğimi söyleyebilirim. kendisine dokunulmasını istenmeyen kadının tepkilerini ve değişimini ekstra çok beğendim. ayrıca grup seks ve bdsm sahnelerini de sevdim. müziğini de çok yakıştırdım, daha filminin müziğine benzettim. kafamda soru işaretleri veya eksik kalan kısımlar olsa dahi güzel bir iş olmuş. altın ayı ödülünü kazanınca daha iyi bir film bekliyordum ancak buna rağmen iyi film olduğunu söyleyebilirim.
-kelebekler.
tolga karaçelik'in kelebekler filmini çok sevdim. galiba çekmek istediğim filmi çektiği için de kıskandım. amerikan bağımsız sinemasının en sevdiğim filmlerinden garden state filmiyle çok benzerlikler taşıdığını düşünüyorum. özellikle filmde çılgın atan bartu'nun oynadığı karakter, annesinin ölümü, baba figürü gibi çok şey. bunun dışında cenazede kıkırdamak gibi bir film olduğunu söyleyebilirim. sadece en büyük eleştirim filmin final sahnesine. onu izleyince, "hassiktir" diye tepki verdim ve güldüm. ama komik olduğu için değil, sinirim bozulduğu için. çünkü o kadar dakika izlediğin bir filmin sonunda öyle bir son gerçekten hayal kırıklığı oldu benim için. tolga abi bunu bilerek yaptığını, söylüyor, bu tepkilerin geleceğini bildiğini ama yine de yapmak istediğini. onun isteğinin yerine geldiğini söylesem de yine de finali sevemedim ben. fıkrasına gülünmeyen adam gibi. bir fıkra anlattı son sahnesiyle bize "inanmadınız ne oldu şimdi?" diye bir kez daha sorup gülümsemiş adeta.
-put şeylere.
onur ünlü'nün en onur ünlü kokan filmi. onur hocayı çok severim, beni bu yola iten adamlardan biridir, çok şey anlattı bana. beş şehir filmindeki şair karakterini izlemiştim ve ondan sonra yönetmen olmaya karar vermiştim. ve bence onur ünlü ile konuşurken yaşadığım durum bu filmde var. onunla konuşurken, çoğu zaman "anladın mı?" diye sorar bu bir es vermesidir. daha sonra cümleye bambaşka bir yerden devam eder. ve ben o konuşurken, gerçekten onu anlamış gibi olurum. ancak ayrılıp eve döneceğim zaman "ne konuştuk biz ya?" diye kendi kendime sormuş oluyorum. bu filmin karşılığı benim için tam olarak budur. onur ünlü'nün yazarlığını, yönetmenliğinden daha çok seviyorum. bu filmde de ortada ne kadar çok şey bildiğini gösterip, entelektüel bir boşalma gerçekleştirmiş. ortada çok iyi bir metin var. onur ünlü'nün sürekli olarak bahsettiği, "yeni sinema dili" olayını anlıyor ve destekliyorum. bu yüzden, kötü olarak adlandırılabilecek bu deneysel filmi, ne yapacağı ve karşılığı belli olarak yapılan iyi filmlere tercih ederim. bu filmi ben anlatamam, oyuncular anlamadıklarını söyleyip anlatamadı, onur ünlü "ben de anlatamam" dedi. öyle bir film işte. ama tekrar izleyip, bazı cümleler üzerine kafa yormak istiyorum.
ayrıca Godard'ın ardından en sevdiğim yönetmen olan Bergman'ın; "Güz Sonatı, Yedinci Mühür, Persona, Yaban Çilekleri, Sessizlik, Utanç, Bir Evlilikten Manzaralar" filmlerini sinemada izlemek çok güzeldi.
ve ayrıca en sevdiğim filmlerden olan Paris,Texas'ı yine aynı şekilde sinemada izlemek muhteşemdi.
(facebook profilimden alınmıştır. çok fazla detaya girmeden, kendim için tuttuğum kısa notlardır)
- you were never really here.
filmekimi'nde iptal olmuş ve izlemediğim için çok üzülmüştüm. izledim ve hayran kaldım. filmin eleştirilebilecek tüm özelliklerinin, yönetmenin isteği ve bilinçli olarak yaptığı bir şey olduğu için filmi çok sevdim. rahatsız etmek için elinden geleni yapan ve rahatsız eden film. müziğin kullanımı, seyirciyi sıkmayan aksine her geçen dakika daha fazla sürükleyen temposu, joaquin phoenix'in ders niteliğinde muhteşem oyunculuğu muazzam. filmin içinde var olan karmaşıklık, bence bir sorun değil aksine filmden daha fazla haz almamı sağlayan şey. yönetmenin bilinçli bir isteği olarak düşünüyorum. çok çok sevdim bu filmi. en güzel yorum ise: "21. yüzyıl Taxi Driver'ı."
- 24 frames.
abbas kiyarüstemi'yi ve filmlerini çok seviyorum. ama sinema dilini ve anlayışına çok uzağım. enfes bir güzelliği olan 24 kareyi bizlere sunmak istiyor, harika şarkılar eşliğinde. ancak ben filmin yarısında (12. karede) çıktım.ilk kez bir filmin yarısında çıktım maalesef çünkü dikkat dağınıklı olan benim için muhteşem bir eziyete dönüşmüştü. ama evimde sardırarak ya da rahat bir şekilde izleyeceğimi düşünüyorum.
-holiday.
tolga karaçelik, sundance film festivali'nde izlemiş ve bu filmi önermişti. ben bu yüzden çok fazla merak ediyordum. türkiye'de bodrum'da çekilen bu filmi fazlasıyla beğendim. senaryonun zayıflığına rağmen iyi film olduğunu düşünüyorum. çok sert sahneleri var. özellikle bir tecavüz sahnesi var ki, gaspar noe'nin dönüş yok filmindeki malum sahneden sonra gördüğüm en sert sahnelerden biri.
-alanis.
benim için en büyük hayal kırıklığından biri oldu. çok güzel bir afişi ve konusu olan ancak senaryodaki eksiklikler, klişeler, türk dizilerinin bir filme sıkıştırılmış hali gibiydi. film çok bilindik, yeni hiçbir şey sunmayan bir film. hiç sevmedim.
- l'amour des hommes of skin and men. (erkeklere bakmak)
konusu, adı, afişiyle nefis iddialı bir film. ancak bu kadar iddialı olup, böyle bir film olmasını sevmiyorum. benim de sık sık başıma gelen, "kadın oyuncuya sorun olmasın, böyle yapalım" formülleriyle kurtarılmaya çalışılmış bir film. onun dışında senaryoda o kadar kopukluk, her şeyin hızlıca olması, anlam verilmeyen olaylar, neden var olduğu anlaşılmayan karakterler, Yeşilçam filmlerindeki gibi kötü-iyi karakterlerin var olması gibi çok sorun var. niyeti iyi film ama iyi film olmaktan uzak bence. Hafsia Herzi gerçekten başarılı bir oyuncu.
- disobediance (itaatsizlik)
bence fena film değil. sadece son sahnelerinde baya bir sıkıntı var. orta yolu bulmak istiyor gibi. formül kokan ve çoğu kez tahmin edilebilir senaryosu, bir kaç kez "artık bitsin" dedirtiyor olmasına rağmen devam etmesi gibi çok defosu var ancak ben yine de sevdim filmi. rachel weisz ile rachel mcadams'ın uyumu ve performansları muhteşem. sevişme sahneleri de etkileyiciydi.
- cameron post’a ters terapi
sundance film festivali'nin 'drama dalında büyük jüri ödülü'nü kazanan bu filmi eğer benim gibi amerikan bağımsız sinemasını seviyorsanız seversiniz. amerikan bağımsız filmlerinin kaliteli işlerinden. benim kuşağımın çılgın atan iki ismi chloe moretz (kariyerini bu yöne çevirmesi hoş) ve sasha lane ise döktürüyor.
-unsane (saplantı)
tamamı iPhone ile çekilen bu film, ne ile çekerseniz çekin iyi film, iyi filmdir diyor. çok beğendim. hiç kopmayan temposu, oyunculukları, ters köşeleriyle baya baya iyi film. özgün bir konusu olmasa dahi işleyişi bakımından fark yaratmış. (ayrıca rexx'de izlerken, filmin yükseldiği anda bir abi, "huh" diye bağırdı. tüm salon filmi bırakıp, ona gülmüştük. bu da güzel bir anıydı) tek sıkıntısı, kötü karakterin çok havada kalması geldi.
-lowlife (sefil hayat)
can evrenol'un önerisiyle izlediğim bu filmi çok sevdim. normalde bir başka filme bilet almıştım ama can abi, "mutlaka izlemelisin" deyince tabii ki kaçırmadım. festivalin sürprizlerinden oldu benim adıma. 'pulp fiction'' tarzı kurgusu ve esintileriyle, düşük bütçesiyle çok iyi iş çıkarmış tarantinovari bir film. filmi izlerken bazı yerlerde senaryonun gazabına uğrasam da çok sevdim. sert sahneleri özellikle çok başarılı buldum. ayrıca filmin yönetmeni çok sempatik bir adam. ve modadan anladığını söyleyebilirim. çünkü gece boyunca ceketimi övdü...
-mektoub, my love: canto uno (kısmet, sevgilim: ilk şarkı)
festivalin en büyük hayal kırıklığı! 3 saat boyunca hiçbir şey anlatmadan bize bir şeyler izletti. "mavi en sıcak renktir" filmini çektikten sonra en üstlere çıkardığı beklentiden sonra ne yapsa belki hoşuma gitmeyecekti ama bu kadar berbat bir film beklemiyordum. filmin ilk sahnesini gördükten sonra gülümsedim, gaspar noe'nin love filmi gibi bir şey beklemeye başladım. ama ondan sonrası çöp. çok güzel kadınlar var, gerçekten çok güzeller. ve etrafında çok çirkin erkekler var. bir ana karakterimiz var, kafka gibi bir şey. amcası, kuzeni yanındaki kızı alıyor. garibimin sesi çıkmıyor. kendisi dışında herkes seks yapıyor. bence zaten yönetmen, kendisini anlatıyor. ikinci filminde, ilk filmde yazar olan ana karakterimizi yönetmen olarak göreceğiz gibi. umarım bu filmi eski sevgilileri falan izlemiş ve onlardan intikam alarak mastürbasyonunu gerçekleştirmiştir. (bu filmde adeta döktüren Hafsia Herzi'ye mesaj attım, sonra tanıştık, Bekaret'i izlettim, bana gösterime girmemiş filmini attı. sonra numarasını verdi, sonra Fransa'da görüşmek istediğini söyledi. bu yüzden mutluyum ama) ayrıca bu yönetmenin hiç mi arkadaşı yok? seveni yok? bu filmi yapmaması için uyarmamışlar adamı...
-touch me not (dokunma bana)
altın ayı ödülünü kazanan bu filmi çok sevdim. epey farklı bir dili olmasına rağmen çok beğendiğimi söyleyebilirim. kendisine dokunulmasını istenmeyen kadının tepkilerini ve değişimini ekstra çok beğendim. ayrıca grup seks ve bdsm sahnelerini de sevdim. müziğini de çok yakıştırdım, daha filminin müziğine benzettim. kafamda soru işaretleri veya eksik kalan kısımlar olsa dahi güzel bir iş olmuş. altın ayı ödülünü kazanınca daha iyi bir film bekliyordum ancak buna rağmen iyi film olduğunu söyleyebilirim.
-kelebekler.
tolga karaçelik'in kelebekler filmini çok sevdim. galiba çekmek istediğim filmi çektiği için de kıskandım. amerikan bağımsız sinemasının en sevdiğim filmlerinden garden state filmiyle çok benzerlikler taşıdığını düşünüyorum. özellikle filmde çılgın atan bartu'nun oynadığı karakter, annesinin ölümü, baba figürü gibi çok şey. bunun dışında cenazede kıkırdamak gibi bir film olduğunu söyleyebilirim. sadece en büyük eleştirim filmin final sahnesine. onu izleyince, "hassiktir" diye tepki verdim ve güldüm. ama komik olduğu için değil, sinirim bozulduğu için. çünkü o kadar dakika izlediğin bir filmin sonunda öyle bir son gerçekten hayal kırıklığı oldu benim için. tolga abi bunu bilerek yaptığını, söylüyor, bu tepkilerin geleceğini bildiğini ama yine de yapmak istediğini. onun isteğinin yerine geldiğini söylesem de yine de finali sevemedim ben. fıkrasına gülünmeyen adam gibi. bir fıkra anlattı son sahnesiyle bize "inanmadınız ne oldu şimdi?" diye bir kez daha sorup gülümsemiş adeta.
-put şeylere.
onur ünlü'nün en onur ünlü kokan filmi. onur hocayı çok severim, beni bu yola iten adamlardan biridir, çok şey anlattı bana. beş şehir filmindeki şair karakterini izlemiştim ve ondan sonra yönetmen olmaya karar vermiştim. ve bence onur ünlü ile konuşurken yaşadığım durum bu filmde var. onunla konuşurken, çoğu zaman "anladın mı?" diye sorar bu bir es vermesidir. daha sonra cümleye bambaşka bir yerden devam eder. ve ben o konuşurken, gerçekten onu anlamış gibi olurum. ancak ayrılıp eve döneceğim zaman "ne konuştuk biz ya?" diye kendi kendime sormuş oluyorum. bu filmin karşılığı benim için tam olarak budur. onur ünlü'nün yazarlığını, yönetmenliğinden daha çok seviyorum. bu filmde de ortada ne kadar çok şey bildiğini gösterip, entelektüel bir boşalma gerçekleştirmiş. ortada çok iyi bir metin var. onur ünlü'nün sürekli olarak bahsettiği, "yeni sinema dili" olayını anlıyor ve destekliyorum. bu yüzden, kötü olarak adlandırılabilecek bu deneysel filmi, ne yapacağı ve karşılığı belli olarak yapılan iyi filmlere tercih ederim. bu filmi ben anlatamam, oyuncular anlamadıklarını söyleyip anlatamadı, onur ünlü "ben de anlatamam" dedi. öyle bir film işte. ama tekrar izleyip, bazı cümleler üzerine kafa yormak istiyorum.
ayrıca Godard'ın ardından en sevdiğim yönetmen olan Bergman'ın; "Güz Sonatı, Yedinci Mühür, Persona, Yaban Çilekleri, Sessizlik, Utanç, Bir Evlilikten Manzaralar" filmlerini sinemada izlemek çok güzeldi.
ve ayrıca en sevdiğim filmlerden olan Paris,Texas'ı yine aynı şekilde sinemada izlemek muhteşemdi.
17 Mart 2018 Cumartesi
Kendisini, kendi öldürdü
Evinin salonunda misafirini beklerken, kapı çaldı. Kapıyı açtı, karşısında kendisi vardı. Karşısındaki kendisine baktı, olduğu kendisinden daha uzun boylu, daha zayıf, daha yakışıklı, kaslı ve iyi giyinen birisi olduğunu fark etti. Gördüğü kendisinin, olduğu kendisinden tamamen farklı olmasından dolayı yaşadığı ufak şaşkınlığın ardından onu içeriye davet etti. Evin kapısından içeriye doğru giren kendisi, evine daha önce gelmiş gibi hiçbir şey söylemeden ve sormadan direkt salona geçti, üçlü koltuğun tam ortasına yayılarak oturdu. Ağzındaki sakızı çiğnemeye devam ederken, bir bacağını diğer bacağını üstüne getirdi. Olduğu kendisi, misafir kendisinin bu tavırlarından rahatsız olmuştu. Bu tavırdaki tüm insanlar, onu rahatsız ediyordu zaten.
"Niye geldin?" diye sordu, ev sahibi kendisi. "Çünkü" diye cevap verdi, gördüğü kendisi. "Senin bu halinden utandığım için geldim." Ev sahibi olan kendisi şaşırdı, böyle bir cevap beklemiyordu. "Ne varmış ki halimde?" diye sordu, endişeli bir şekilde merak ederek. Karşısındaki kendisi, alaycı bir gülümseme ile cevap verdi. Gülümsemesinin ardından olduğu kendisinin, kendisine olan bakışlarını görünce hemen cümleye girdi. "Aynaya hiç bakmıyor musun?" diye sordu. Cevap gelmeyince tekrar devam etti. "Şu haline bir bak. Bir emekli fahişenin, darmaduman olmuş amı gibisin" Olduğu kendisi, karşısındaki kendisinin kullandığı bu argo tabiri duyunca şaşırdı. Pek hoşnut olmamıştı bu cinsiyetçi benzetmeden. "Kilo aldın, hayvan gibi oldun. Alkol almaktan, dişlerinin ne durumda olduğunu ve göbeğinin son halinin farkında bile değilsin. Su saçının başının, giydiklerinin bir haline bak? Sana acıyorum" diye devam etti. Olduğu kendisi, bir şey diyecek gibi oldu ama gördüğü kendisine bir şey söylemekten çekindi. Zaten kendisi, hep böyleydi. İnsanlara doğruyu söyleme cesareti olmadığı için, insanlara söyleyebildiklerini kendi doğruları gibi göstermek zorunda kalıyordu. Bu hayatta, başına ne geldiyse bu çekingenliği ve korkaklığı yüzünden gelmişti ama yine de bundan vazgeçmiyordu. Onun bir şey diyemediğini gören misafir kendisi, ona küçümseyici gözlerle bakarak, "sen tüm bunlara iste kibarlık de, ister nezaket. Ama tüm bunların nedeni korkaklığın. Sen korkağın tekisin. Hatta zavallısın da. Korkak olduğun için mi zavallısın yoksa zavallı olduğun için mi korkaksın? Bilmiyorum." dedi.
Olduğu kendisi, misafirliğe gelmiş gördüğü kendisinin söyledikleri karşısında ne yapacağını bilemiyordu. Bir yandan ona karşı gelip, söylenmek istiyorken bir yandan da içten içe onun haklı olduğu düşüncesini taşıyordu. "Bak şu haline" dedi, misafir olan gördüğü kendisi ve devam etti: "ne kadar yalnızsın farkında değil misin? Hani, hayatındaki o insanlar? Hiçbiri yok, hiç kimse yok" Olduğu kendisi, önce kabul etmek istemedi bunun doğruluğunu. Daha sonra ufak bir düşünmeyle, ne kadar yalnız olduğunun farkına vardı. Yalnızdı, kendisi de biliyordu. "Yalnızım" dedi, "Allah kadar yalnızım." Misafirliğe gelen, gördüğü kendisi ise verdiği bu cevabı duyar duymaz gülümsedi. Alaycı bir gülümsemeydi yine bu. "Doğru" dedi, "ama onun yalnızlığı, onun gücünden. Senin yalnızlığın ise güçsüzlüğünden." Olduğu kendisi yalnızlığını fark ettikten sonra içten içte bir huzursuzluk yaşamıştı. Düşününce, düşündüğünden daha da yalnız olduğunu fark ediyordu adeta. Hep bir sığınak gibi yaklaştığı yalnızlık bu kez ona korkutucu gelmiş, canını acıtmaya başlamıştı. Bu konuyla ilgili bir şeyler sormak, bir şeyler duymak istiyordu. "Peki" dedi, "ya eski günlerin de mi hiç hatırı yok?" Gördüğü kendisi, "yok" diye cevapladı. "Onlar için yaptığım onca şeyin peki?" diye bir kez daha sordu. Bu kez, misafir olan kendisi "O şeylerin de yok. hatta hatırlamıyorlar bile." diye cevapladı. Olduğu kendisi, üzülmüştü. Üzgün olduğunu belli etmemek için konuşmadı bir süre, daha sonra kendisini toplayarak, yere doğru eğdiği kafasını yavaşça kaldırarak, "sen söyle o zaman; ben ne yaptım onlara?" diye sordu. Gördüğü kendisi, bu soru karşısında acıma duygusuna sahip oldu. Tıpkı, ufak bir çocuğun sorduğu bir masum soruymuş gibi geldi. "Sorun da bu ya. Hiçbir şey yapmadın." diye cevapladı. Olduğu kendisi, kafasını başka bir yere doğru çevirmişti ama aniden aklındaki bir soruyu daha sormadan edemedi. "Hiç mi sevmediler beni?" diye sordu. "Sevdiler" diye cevapladı, gördüğü kendisi. "Ama hiç ciddiye almadılar. Gülüp geçtiler sadece. Onların boş vakitlerinde akla gelecek ilk isimdin o kadar."
Her defasında kaçmak istediğini hatırladı. Canının yandığını, kalbinin ağrıdığını, üzüldüğünü hatırladı. Çoğu zaman kendini kullanılmış gibi hissetmişti ama her seferinde, onlar ne zaman kendisine ihtiyaç duysa hemen onlara koşmuştu. Çünkü aklına başka bir olasılık gelmemişti bile. Tüm bunları düşündüğünde, kendisinin kötü biri olup olmadığını sorgulamaya başladı. "Sence ben kötü biri miyim?" diye sordu olduğu kendisi. "Değilsin" diye cevapladı gördüğü kendisi. Bir yandan bu kadar yalnız kalacak kadar kötü biri olup olmadığını sorgulayan olduğu kendisi, bir yandan da duyduğu cevaptan tatmin olmayarak, gördüğü kendisine doğru bakıp "Peki o zaman neden kimse kalmadı yanımda?" diye sordu. Sorusuna cevap alamayınca, aklına takılan başka bir şeyi daha dile getirdi. "İnsanlar" dedi, sanki hiç bilmediği bir varlıkmış gibi, kendisi insan değilmiş gibi. "Bir başka insanı sırf bir gün lazım olur diye. Ondan yararlanabilir diye hayatında tutmalıymış. Peki ya ben neden bunu düşünemiyorum?" Gördüğü kişi, artık bu sorulardan bıkmış gibi bir tavra bürünerek "çünkü güzel kardeşim" dedi, "sen sadece insanları sevmeyi ve onlara güvenmeyi seçtin. başka türlüsünü düşünmedin." Olduğu kişi, aldığı cevap karşısında tatmin olmuş ve gördüğü kişiye kafasını sallayarak hak vermişti. Duyduğu cevaba karşı, kendisini terk edip giden ve yalnız kalmasına neden olan insanlara bir yandan da haklı olduklarını düşünerek "İnsanlar" dedi, bilmediği bir yabancı kelimeymiş gibi. "Aslında kim olduğumu anladılar. o yüzden kaçıyorlar benden. Kaçmakla haklılar, ben de kaçıyorum benden. Ben asla sevilmeyeceğim, insanların beni sevmesi için hiçbir şey yok. Benim bile kendimi sevmem için tek bir nedenim bile yok." Karşısındaki kendisi, ağzındaki sakızı çıkarıp önündeki masaya bırakmak için eğilirken "haklısın" dedi sadece.
Aklına, o geldi. Onu sordu. "O da terk etti beni" dedi. Daha cümlesine noktayı koyar koymaz, karşısında gördüğü kendisi, "çünkü onu da sikmek istedin" diye cevapladı. Büyük bir mahcubiyetle cevap verdi, "ama yapabileceğimiz en iyi şey oydu." Bu yanıtı karşısında, şaşıran bu kez gördüğü kendisi olmuştu. Misafir olarak gelen kendisi, "neden?" diye sorabildi, meraklı bir şekilde. "Çünkü" dedi, "benim daha fazlasına gücüm yok. İnan bana. Ben onu düşündüm" Gördüğü kendisi, tatmin olmamıştı bu cevap karşısında. Kafasını olumsuz bir anlamda sallayarak, gülümsüyordu. "Gitti!" dedi, tonunu biraz daha düşürerek "çünkü sen onu içselleştirmek istemedin. Çünkü sen, kendini bile içselleştirmedin" Olduğu kendisi, karşısında oturmaya devam eden gördüğü kendisi'ne son bir soru sorarmış gibi "insanların olduğumu düşündüğü insanları oynamaktan çok sıkıldım. Ben kimim? Lütfen onu söyle sen bana. Sen bilirsin, ben kimim?" dedi. Bu soruyu sorarken, yaşadığı hüznü görmemek mümkün değildi. Bu sorunun cevabına ihtiyacı varmış gibiydi. Gördüğü kendisi, ona doğru acıyan gözlerle baktı ve dedi ki; "sen hiç kimsesin."
"Bir kez olsun" dedi gördüğü kendisi, "bir kez olsun, cesur ol ve taşaklarının olduğunu hatırla ve yapman gerekeni yap." Olduğu kendisi, ona hak verdi, kesinlikle haklı olduğunu düşündü. Sonra ona doğru baktı ki, "ölüm sence nasıl bir şey?" diye sordu, oldukça sakince. Gördüğü kendisi, net bir şekilde cevap verdi; "düşündüğün gibi bir şey değil" Olduğu kendisi, gördüğü kendisinin bu cevabının ardından adeta tatmin olmuş bir şekilde gülümsedi. "Haklısın" dedi, "zaten ne düşündüğüm gibi oldu ki?"
"Niye geldin?" diye sordu, ev sahibi kendisi. "Çünkü" diye cevap verdi, gördüğü kendisi. "Senin bu halinden utandığım için geldim." Ev sahibi olan kendisi şaşırdı, böyle bir cevap beklemiyordu. "Ne varmış ki halimde?" diye sordu, endişeli bir şekilde merak ederek. Karşısındaki kendisi, alaycı bir gülümseme ile cevap verdi. Gülümsemesinin ardından olduğu kendisinin, kendisine olan bakışlarını görünce hemen cümleye girdi. "Aynaya hiç bakmıyor musun?" diye sordu. Cevap gelmeyince tekrar devam etti. "Şu haline bir bak. Bir emekli fahişenin, darmaduman olmuş amı gibisin" Olduğu kendisi, karşısındaki kendisinin kullandığı bu argo tabiri duyunca şaşırdı. Pek hoşnut olmamıştı bu cinsiyetçi benzetmeden. "Kilo aldın, hayvan gibi oldun. Alkol almaktan, dişlerinin ne durumda olduğunu ve göbeğinin son halinin farkında bile değilsin. Su saçının başının, giydiklerinin bir haline bak? Sana acıyorum" diye devam etti. Olduğu kendisi, bir şey diyecek gibi oldu ama gördüğü kendisine bir şey söylemekten çekindi. Zaten kendisi, hep böyleydi. İnsanlara doğruyu söyleme cesareti olmadığı için, insanlara söyleyebildiklerini kendi doğruları gibi göstermek zorunda kalıyordu. Bu hayatta, başına ne geldiyse bu çekingenliği ve korkaklığı yüzünden gelmişti ama yine de bundan vazgeçmiyordu. Onun bir şey diyemediğini gören misafir kendisi, ona küçümseyici gözlerle bakarak, "sen tüm bunlara iste kibarlık de, ister nezaket. Ama tüm bunların nedeni korkaklığın. Sen korkağın tekisin. Hatta zavallısın da. Korkak olduğun için mi zavallısın yoksa zavallı olduğun için mi korkaksın? Bilmiyorum." dedi.
Olduğu kendisi, misafirliğe gelmiş gördüğü kendisinin söyledikleri karşısında ne yapacağını bilemiyordu. Bir yandan ona karşı gelip, söylenmek istiyorken bir yandan da içten içe onun haklı olduğu düşüncesini taşıyordu. "Bak şu haline" dedi, misafir olan gördüğü kendisi ve devam etti: "ne kadar yalnızsın farkında değil misin? Hani, hayatındaki o insanlar? Hiçbiri yok, hiç kimse yok" Olduğu kendisi, önce kabul etmek istemedi bunun doğruluğunu. Daha sonra ufak bir düşünmeyle, ne kadar yalnız olduğunun farkına vardı. Yalnızdı, kendisi de biliyordu. "Yalnızım" dedi, "Allah kadar yalnızım." Misafirliğe gelen, gördüğü kendisi ise verdiği bu cevabı duyar duymaz gülümsedi. Alaycı bir gülümsemeydi yine bu. "Doğru" dedi, "ama onun yalnızlığı, onun gücünden. Senin yalnızlığın ise güçsüzlüğünden." Olduğu kendisi yalnızlığını fark ettikten sonra içten içte bir huzursuzluk yaşamıştı. Düşününce, düşündüğünden daha da yalnız olduğunu fark ediyordu adeta. Hep bir sığınak gibi yaklaştığı yalnızlık bu kez ona korkutucu gelmiş, canını acıtmaya başlamıştı. Bu konuyla ilgili bir şeyler sormak, bir şeyler duymak istiyordu. "Peki" dedi, "ya eski günlerin de mi hiç hatırı yok?" Gördüğü kendisi, "yok" diye cevapladı. "Onlar için yaptığım onca şeyin peki?" diye bir kez daha sordu. Bu kez, misafir olan kendisi "O şeylerin de yok. hatta hatırlamıyorlar bile." diye cevapladı. Olduğu kendisi, üzülmüştü. Üzgün olduğunu belli etmemek için konuşmadı bir süre, daha sonra kendisini toplayarak, yere doğru eğdiği kafasını yavaşça kaldırarak, "sen söyle o zaman; ben ne yaptım onlara?" diye sordu. Gördüğü kendisi, bu soru karşısında acıma duygusuna sahip oldu. Tıpkı, ufak bir çocuğun sorduğu bir masum soruymuş gibi geldi. "Sorun da bu ya. Hiçbir şey yapmadın." diye cevapladı. Olduğu kendisi, kafasını başka bir yere doğru çevirmişti ama aniden aklındaki bir soruyu daha sormadan edemedi. "Hiç mi sevmediler beni?" diye sordu. "Sevdiler" diye cevapladı, gördüğü kendisi. "Ama hiç ciddiye almadılar. Gülüp geçtiler sadece. Onların boş vakitlerinde akla gelecek ilk isimdin o kadar."
Her defasında kaçmak istediğini hatırladı. Canının yandığını, kalbinin ağrıdığını, üzüldüğünü hatırladı. Çoğu zaman kendini kullanılmış gibi hissetmişti ama her seferinde, onlar ne zaman kendisine ihtiyaç duysa hemen onlara koşmuştu. Çünkü aklına başka bir olasılık gelmemişti bile. Tüm bunları düşündüğünde, kendisinin kötü biri olup olmadığını sorgulamaya başladı. "Sence ben kötü biri miyim?" diye sordu olduğu kendisi. "Değilsin" diye cevapladı gördüğü kendisi. Bir yandan bu kadar yalnız kalacak kadar kötü biri olup olmadığını sorgulayan olduğu kendisi, bir yandan da duyduğu cevaptan tatmin olmayarak, gördüğü kendisine doğru bakıp "Peki o zaman neden kimse kalmadı yanımda?" diye sordu. Sorusuna cevap alamayınca, aklına takılan başka bir şeyi daha dile getirdi. "İnsanlar" dedi, sanki hiç bilmediği bir varlıkmış gibi, kendisi insan değilmiş gibi. "Bir başka insanı sırf bir gün lazım olur diye. Ondan yararlanabilir diye hayatında tutmalıymış. Peki ya ben neden bunu düşünemiyorum?" Gördüğü kişi, artık bu sorulardan bıkmış gibi bir tavra bürünerek "çünkü güzel kardeşim" dedi, "sen sadece insanları sevmeyi ve onlara güvenmeyi seçtin. başka türlüsünü düşünmedin." Olduğu kişi, aldığı cevap karşısında tatmin olmuş ve gördüğü kişiye kafasını sallayarak hak vermişti. Duyduğu cevaba karşı, kendisini terk edip giden ve yalnız kalmasına neden olan insanlara bir yandan da haklı olduklarını düşünerek "İnsanlar" dedi, bilmediği bir yabancı kelimeymiş gibi. "Aslında kim olduğumu anladılar. o yüzden kaçıyorlar benden. Kaçmakla haklılar, ben de kaçıyorum benden. Ben asla sevilmeyeceğim, insanların beni sevmesi için hiçbir şey yok. Benim bile kendimi sevmem için tek bir nedenim bile yok." Karşısındaki kendisi, ağzındaki sakızı çıkarıp önündeki masaya bırakmak için eğilirken "haklısın" dedi sadece.
Aklına, o geldi. Onu sordu. "O da terk etti beni" dedi. Daha cümlesine noktayı koyar koymaz, karşısında gördüğü kendisi, "çünkü onu da sikmek istedin" diye cevapladı. Büyük bir mahcubiyetle cevap verdi, "ama yapabileceğimiz en iyi şey oydu." Bu yanıtı karşısında, şaşıran bu kez gördüğü kendisi olmuştu. Misafir olarak gelen kendisi, "neden?" diye sorabildi, meraklı bir şekilde. "Çünkü" dedi, "benim daha fazlasına gücüm yok. İnan bana. Ben onu düşündüm" Gördüğü kendisi, tatmin olmamıştı bu cevap karşısında. Kafasını olumsuz bir anlamda sallayarak, gülümsüyordu. "Gitti!" dedi, tonunu biraz daha düşürerek "çünkü sen onu içselleştirmek istemedin. Çünkü sen, kendini bile içselleştirmedin" Olduğu kendisi, karşısında oturmaya devam eden gördüğü kendisi'ne son bir soru sorarmış gibi "insanların olduğumu düşündüğü insanları oynamaktan çok sıkıldım. Ben kimim? Lütfen onu söyle sen bana. Sen bilirsin, ben kimim?" dedi. Bu soruyu sorarken, yaşadığı hüznü görmemek mümkün değildi. Bu sorunun cevabına ihtiyacı varmış gibiydi. Gördüğü kendisi, ona doğru acıyan gözlerle baktı ve dedi ki; "sen hiç kimsesin."
"Bir kez olsun" dedi gördüğü kendisi, "bir kez olsun, cesur ol ve taşaklarının olduğunu hatırla ve yapman gerekeni yap." Olduğu kendisi, ona hak verdi, kesinlikle haklı olduğunu düşündü. Sonra ona doğru baktı ki, "ölüm sence nasıl bir şey?" diye sordu, oldukça sakince. Gördüğü kendisi, net bir şekilde cevap verdi; "düşündüğün gibi bir şey değil" Olduğu kendisi, gördüğü kendisinin bu cevabının ardından adeta tatmin olmuş bir şekilde gülümsedi. "Haklısın" dedi, "zaten ne düşündüğüm gibi oldu ki?"
9 Mart 2018 Cuma
Ben sizden kaçtım...
Hayatımın en zor yazılarından birini yazıyorum. Beni tanıyan insanların da bileceği gibi, normalde çok fazla konuşan, kendini dışarıya açan biri değilimdir. Bu yüzden, çok konuştuğum anlarda bile, söylediğim her şey kendimi açmamak için söylediğim şeylerdir. Ancak bu kez, -belki de ilk kez- kendimi açmak, benimle ilgili bazı şeyler söylemek istiyorum. Çünkü kafamın içinde o kadar çok dolanıyorlar ki, yazmak dışında başka bir seçeneğim kalmadı.
Uzun zamandır düşündüğüm bir şeyi daha fazla düşünmeye devam ettim ve sonunda karar verdim. Benim için var olmak demek olan yazarlığı ve yönetmenliği bıraktım. Hem de hiç başlamadan bunu yaptım. Arkadaşlarım arasında bu durum Teoman'ın müziği bırakmasına benzetilip, bir eğlence unsuruna dönüştürülmüş olsa bile aslında durum hiç öyle değil. Çünkü kendisinin, arkasında bırakabileceği oldukça iyi albümler ve unutulmayacaklar şarkılar var ancak benim hayatım boyunca "İstanbul'da Sonbahar", "Aşk Kırıntıları" ya da ne bileyim "Terlemeden Sevişenler" gibi bir şarkı yapamayacağımın farkındayım, bunun farkına vardığım için bu kararı aldım. Sonuç olarak, artık bir şeyler üretebileceğimi düşünmüyorum ve bir şeyler üretme olan hevesimi, ilgimi kaybettim. Bu ilgimi kaybettiğim için yaşamaya olan hevesimin de azaldığını, bir süredir kurtulamadığım büyük bir mutsuzluğun içinde olduğumu söyleyebilirim.
14-15 yaşında internet sitelerinde editörlük yaparak kendim için bir savaşın içerisine girdiğimi ancak şimdilerde ise bu savaşı kaybettiğimi görüyorum. Benim hayatımdaki insanlar bilir ki, ben hayatımda hiçbir şeyden kolay kolay pes etmem hatta en basitinden halı saha maçlarında bile son ana kadar savaşır, sonuna kadar mücadele ederim. Bu yüzden en sevdiğim futbolcular bile en yetenekli futbolcular değil, en çok koşan, ruhunu- tutkusunu ortaya koyan yani tekmeye kafa uzatan futbolculardır. Ben de ne iş yaparsam yapayım, tıpkı sevdiğim futbolcular gibi olmaya, her zaman ruhumu-tutkumu ortaya koymaya çalıştım. Ancak şimdi ise skor tabelasına bakıp, son düdüğü bekleyen bir şekilde elimi belime koyarak, mağlubiyeti kabul etmenin acısını, üzüntüsünü yaşıyorum. Olmak istediğim kişi olamadığımı görmek ve şu anda olduğum kişi bana acı veriyor. Yazdığım yazıların bir anlam ifade etmediğine, yazı yazmayı beceremediğime karar verdim. Bunun dışında herkesin gördüğü üzere boktan şeyler çektim yani yönetmen olmayı beceremedim. Kendi kafamdaki hiçbir şeyi yapamamak, ortaya koyduğum şeylerin nitelikli olmaması gibi çoğu şeyi artık kabullenemediğimi, bu yüzden artık boş yere uğraş verdiğimi düşünüyorum. Ve kendimi boş yere yormaktan, boş yere uğraş vermekten sıkıldığım için hiçbir şey yapmamamın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Peşinden koştuğum, çabaladığım tüm bu şeylerin bana bir beden büyük gelen takım elbise gibi olduğunu kabul edip, kendime başka bir üst geçirmem gerekiyor. Üzülerek söylüyorum ki, yapmak istediklerimi yapamadım ve beceremedim.
Tüm bu düşüncelerime rağmen, zaman zaman yine de yazmaya, yönetmenlik yapmaya yani bir şeyler üretmeye ihtiyaç duyuyorum. Çünkü bu hayatta yapabileceğim başka hiçbir şey yok ve kendimi başka bir şey yapabilecek gibi yetiştirmedim. Başka bir şey yapabilir miyim? Başka bir şey yapmak beni mutlu eder mi? İnanın bilmiyorum. Sinema dışında yapabileceğim, en ufak bir şey olsa inanın hiç durmadan onu yaparım. Ancak arkadaşlarım gibi, iyi yemek yapamam ya da insanlarla konuşmayı pek beceremediğim için insanların çok olduğu bir yerde çalışamam ya da fiziksel güç gerektiren hiçbir şey yapamam. Yapabildiğim hiçbir şey yok. (Bu öylesine söylenmiş, doğruluğu olmayan bir şey değil tam aksine esas olan bu) Hayatımı adadığım, hatta hayatım haline getirdiğim tüm bu şeyler dışında yapabilecek bir şeyim yok, ancak gelin görün ki bu şeyleri de beceremiyorum. Ama bazen düşünüyorum eğer ben erken boşalma sorunu yaşasaydım, yine de sevişmeye devam ederdim. Ya da şarkı söylemeyi sevseydim, sesim ne kadar kötü olursa olsun, şarkı söylerdim. Ama tüm bunlar kendimi kandırmak gibi geliyor. Tıpkı, sadece bir tripod bir kamerayla kısa filmler çekmeye çalışmam gibi. Ya da 17 yaşında bir kitabımın olması gibi. Ya da hayranı olduğum insanları tanıyor olmam gibi. Artık kendimi kandırmak, kendimi avutarak mutlu olmak istemiyorum. Bu tip avuntularla kendimi kandırarak mutlu olmak yerine; hayallerimden, tutkularımdan vazgeçerek gerçek bir mutsuzluğu tercih ediyorum.
Her ne kadar şu anda hayatıma devam edebilecek gerekli motivasyonu bulmakta zorluk çekiyor olsam da, her ne kadar mutsuzluğun içinde, hiçbir şey yapasım olmasa bile yine de bazı şeylerden dolayı mutlu olduğumu söylemek istiyorum. Hayatımda ilk kez dedemden para istememe yol açan ve onun bana aldığı kısa film çekmemeyi sağlayacak ekipmanlarla başlayan bu süreçte, kısıtlı imkanlarla hatta hiç olmayan imkanlarla elimden geleni yaptığım için mutluyum. Yolu sanattan uzak hatta sanatın tam aksi bir yerde geçen arkadaşlarımı sinema yapmalarına, edebiyata ilgi duymalarına vesile olduğum için mutluyum. Yaşım henüz 21 olmasına rağmen, uzun zamandır sinemanın konuşulduğu her yerde karşımdaki insanın dili, statüsü ya da kim olduğu ne olursa olsun sinemayla ilgili söyleyebilecek şeylerim olmasından dolayı mutluyum. Benim gibi sanat yerine ticaret odaklı bir ailede büyümesine rağmen sanatı seçtiğim ve seçtiğim bu yolda verdiğim bu muhteşem yorucu savaştan dolayı mutluyum. Hayranı olduğum insanlarla, sanatçılarla tanışıyor olmaktan dolayı da mutluyum. Sanat, öyle güçlü bir şey ki, benle onları bile bir araya getirebiliyor. Bu yüzden de çok mutluyum. Benden büyük, benden bambaşka hayatlar yaşayan ya da herhangi bir insanı yapmayı istediklerimle etkileyebildiğim için de çok mutluyum. Hayatımdaki tüm olumsuzluklara, kısıtlı imkanlara, arkadaşlarımın şanslarına sahip olmadığım halde inatla yürümek istediğim bu yoldaki mücadelemden dolayı çok mutluyum. Ancak tüm bu mutluluklar, yaşadığım bu büyük mutsuzluğun yarısını bile engellemeye yetmiyor.
Çok fazla rahatsız etmek, meşgul etmek ya da aynı şeyleri söyleyip, kendimi tekrar etmek istemiyorum. Peygamberi olmak istediğim şehirde bana yer olmadığını anlıyor, belki de ilk kez hayatımda bir şeyden pes ediyorum. Herkesin bir şekilde yolunu bulduğu ancak benim hangi yolda olduğumu bile unuttuğumu görmek üzüyor olsa da kendime yürümek isteyeceğim yeni yollar arayacağımı söyleyebilirim. Artık yazmak ve yönetmek yerine, başka ülkelere gideceğimi, yeni yerler göreceğimi planlıyorum. İnsanların sırf bir yerlere gelmek, kendilerini kurtarabilmek, daha fazla para kazanabilmek gibi çoğu sebepten dolayı yaptıklarından son derece korkuyorum. İnsanların arasındayken artık kendimi tamamen bir yabancı gibi hissettiğimi söyleyebilirim. Onlara nasıl davranmam gerektiğini, onlara ne demem gerektiğini, insanlarla ilgili her şeyi unuttum. Hiçbir şey beni mutlu etmiyor, insanlar, kadınlar, arkadaşlarım ya da hiçbir şey. Tüm bunlardan kaçmaya çalışıyorum ancak kaçtıkça, daha çok yakalanıyorum. Yakalandığımı fark ettiğim zaman, her seferinde sosyal konularda her geçen gün daha beceriksiz biri olduğumu düşünüyorum. Sosyal konularda beceriksizim, hiçbir şeyde becerimin olmadığı gibi. İnsanlar yalan söylüyor, insanlar karşısındaki aşağılıyor, herkes birbirlerine benziyor, insanlar kalp kırıyor, insanlar karşısındaki hep kendisine benzesin istiyor. Tüm bunları düşündükçe, uzaklaşmanın, bir yerlere gitmenin, hep bir yabancı olmanın daha iyi olduğunu düşünmeye başladım. Bu yüzden uzaklaşacağım, bir yerlere gideceğim, kimseye katlanamayan, her an kavgaya hazır, olmak istediği kişi olamadığı için bir canavara dönüşen biri olmak istemiyorum.
Bu yüzden, henüz bir yazar ya da yönetmen olamadan, hem yazarlığı hem de yönetmenliği bıraktım. Kaçıyorum.
Son olarak, ayrı ayrı teşekkür edeceğim insanlar olacaktı ama tüm bunlardan vazgeçtim. Sadece şunu demek istiyorum; benim hayallerime ortak olan, beni dinleyen, benimle konuşan, beni anlayan, daha sonra beni yarı yolda bıraksalar bile benimle bu yolda yürüyen, bana destek veren herkese sonsuz teşekkür ederim. Bana inanan insanlara hem teşekkür eder hem de hayal kırıklığına uğrattığım için çok özür dilerim. Böyle bir hayal kırıklığı olmak istememiştim. Ben kimseye dargın değilim, kendim dışında. Bu savaşı kaybetmiş onurlu biri olarak, eyvallah.
Ben sizden kaçıyorum. Aslında beni bir şeyler üretmeye iten şey de sizden kaçıyor olmamdı. Ben aslında hep sizden kaçtım...
Uzun zamandır düşündüğüm bir şeyi daha fazla düşünmeye devam ettim ve sonunda karar verdim. Benim için var olmak demek olan yazarlığı ve yönetmenliği bıraktım. Hem de hiç başlamadan bunu yaptım. Arkadaşlarım arasında bu durum Teoman'ın müziği bırakmasına benzetilip, bir eğlence unsuruna dönüştürülmüş olsa bile aslında durum hiç öyle değil. Çünkü kendisinin, arkasında bırakabileceği oldukça iyi albümler ve unutulmayacaklar şarkılar var ancak benim hayatım boyunca "İstanbul'da Sonbahar", "Aşk Kırıntıları" ya da ne bileyim "Terlemeden Sevişenler" gibi bir şarkı yapamayacağımın farkındayım, bunun farkına vardığım için bu kararı aldım. Sonuç olarak, artık bir şeyler üretebileceğimi düşünmüyorum ve bir şeyler üretme olan hevesimi, ilgimi kaybettim. Bu ilgimi kaybettiğim için yaşamaya olan hevesimin de azaldığını, bir süredir kurtulamadığım büyük bir mutsuzluğun içinde olduğumu söyleyebilirim.
14-15 yaşında internet sitelerinde editörlük yaparak kendim için bir savaşın içerisine girdiğimi ancak şimdilerde ise bu savaşı kaybettiğimi görüyorum. Benim hayatımdaki insanlar bilir ki, ben hayatımda hiçbir şeyden kolay kolay pes etmem hatta en basitinden halı saha maçlarında bile son ana kadar savaşır, sonuna kadar mücadele ederim. Bu yüzden en sevdiğim futbolcular bile en yetenekli futbolcular değil, en çok koşan, ruhunu- tutkusunu ortaya koyan yani tekmeye kafa uzatan futbolculardır. Ben de ne iş yaparsam yapayım, tıpkı sevdiğim futbolcular gibi olmaya, her zaman ruhumu-tutkumu ortaya koymaya çalıştım. Ancak şimdi ise skor tabelasına bakıp, son düdüğü bekleyen bir şekilde elimi belime koyarak, mağlubiyeti kabul etmenin acısını, üzüntüsünü yaşıyorum. Olmak istediğim kişi olamadığımı görmek ve şu anda olduğum kişi bana acı veriyor. Yazdığım yazıların bir anlam ifade etmediğine, yazı yazmayı beceremediğime karar verdim. Bunun dışında herkesin gördüğü üzere boktan şeyler çektim yani yönetmen olmayı beceremedim. Kendi kafamdaki hiçbir şeyi yapamamak, ortaya koyduğum şeylerin nitelikli olmaması gibi çoğu şeyi artık kabullenemediğimi, bu yüzden artık boş yere uğraş verdiğimi düşünüyorum. Ve kendimi boş yere yormaktan, boş yere uğraş vermekten sıkıldığım için hiçbir şey yapmamamın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Peşinden koştuğum, çabaladığım tüm bu şeylerin bana bir beden büyük gelen takım elbise gibi olduğunu kabul edip, kendime başka bir üst geçirmem gerekiyor. Üzülerek söylüyorum ki, yapmak istediklerimi yapamadım ve beceremedim.
Tüm bu düşüncelerime rağmen, zaman zaman yine de yazmaya, yönetmenlik yapmaya yani bir şeyler üretmeye ihtiyaç duyuyorum. Çünkü bu hayatta yapabileceğim başka hiçbir şey yok ve kendimi başka bir şey yapabilecek gibi yetiştirmedim. Başka bir şey yapabilir miyim? Başka bir şey yapmak beni mutlu eder mi? İnanın bilmiyorum. Sinema dışında yapabileceğim, en ufak bir şey olsa inanın hiç durmadan onu yaparım. Ancak arkadaşlarım gibi, iyi yemek yapamam ya da insanlarla konuşmayı pek beceremediğim için insanların çok olduğu bir yerde çalışamam ya da fiziksel güç gerektiren hiçbir şey yapamam. Yapabildiğim hiçbir şey yok. (Bu öylesine söylenmiş, doğruluğu olmayan bir şey değil tam aksine esas olan bu) Hayatımı adadığım, hatta hayatım haline getirdiğim tüm bu şeyler dışında yapabilecek bir şeyim yok, ancak gelin görün ki bu şeyleri de beceremiyorum. Ama bazen düşünüyorum eğer ben erken boşalma sorunu yaşasaydım, yine de sevişmeye devam ederdim. Ya da şarkı söylemeyi sevseydim, sesim ne kadar kötü olursa olsun, şarkı söylerdim. Ama tüm bunlar kendimi kandırmak gibi geliyor. Tıpkı, sadece bir tripod bir kamerayla kısa filmler çekmeye çalışmam gibi. Ya da 17 yaşında bir kitabımın olması gibi. Ya da hayranı olduğum insanları tanıyor olmam gibi. Artık kendimi kandırmak, kendimi avutarak mutlu olmak istemiyorum. Bu tip avuntularla kendimi kandırarak mutlu olmak yerine; hayallerimden, tutkularımdan vazgeçerek gerçek bir mutsuzluğu tercih ediyorum.
Her ne kadar şu anda hayatıma devam edebilecek gerekli motivasyonu bulmakta zorluk çekiyor olsam da, her ne kadar mutsuzluğun içinde, hiçbir şey yapasım olmasa bile yine de bazı şeylerden dolayı mutlu olduğumu söylemek istiyorum. Hayatımda ilk kez dedemden para istememe yol açan ve onun bana aldığı kısa film çekmemeyi sağlayacak ekipmanlarla başlayan bu süreçte, kısıtlı imkanlarla hatta hiç olmayan imkanlarla elimden geleni yaptığım için mutluyum. Yolu sanattan uzak hatta sanatın tam aksi bir yerde geçen arkadaşlarımı sinema yapmalarına, edebiyata ilgi duymalarına vesile olduğum için mutluyum. Yaşım henüz 21 olmasına rağmen, uzun zamandır sinemanın konuşulduğu her yerde karşımdaki insanın dili, statüsü ya da kim olduğu ne olursa olsun sinemayla ilgili söyleyebilecek şeylerim olmasından dolayı mutluyum. Benim gibi sanat yerine ticaret odaklı bir ailede büyümesine rağmen sanatı seçtiğim ve seçtiğim bu yolda verdiğim bu muhteşem yorucu savaştan dolayı mutluyum. Hayranı olduğum insanlarla, sanatçılarla tanışıyor olmaktan dolayı da mutluyum. Sanat, öyle güçlü bir şey ki, benle onları bile bir araya getirebiliyor. Bu yüzden de çok mutluyum. Benden büyük, benden bambaşka hayatlar yaşayan ya da herhangi bir insanı yapmayı istediklerimle etkileyebildiğim için de çok mutluyum. Hayatımdaki tüm olumsuzluklara, kısıtlı imkanlara, arkadaşlarımın şanslarına sahip olmadığım halde inatla yürümek istediğim bu yoldaki mücadelemden dolayı çok mutluyum. Ancak tüm bu mutluluklar, yaşadığım bu büyük mutsuzluğun yarısını bile engellemeye yetmiyor.
Çok fazla rahatsız etmek, meşgul etmek ya da aynı şeyleri söyleyip, kendimi tekrar etmek istemiyorum. Peygamberi olmak istediğim şehirde bana yer olmadığını anlıyor, belki de ilk kez hayatımda bir şeyden pes ediyorum. Herkesin bir şekilde yolunu bulduğu ancak benim hangi yolda olduğumu bile unuttuğumu görmek üzüyor olsa da kendime yürümek isteyeceğim yeni yollar arayacağımı söyleyebilirim. Artık yazmak ve yönetmek yerine, başka ülkelere gideceğimi, yeni yerler göreceğimi planlıyorum. İnsanların sırf bir yerlere gelmek, kendilerini kurtarabilmek, daha fazla para kazanabilmek gibi çoğu sebepten dolayı yaptıklarından son derece korkuyorum. İnsanların arasındayken artık kendimi tamamen bir yabancı gibi hissettiğimi söyleyebilirim. Onlara nasıl davranmam gerektiğini, onlara ne demem gerektiğini, insanlarla ilgili her şeyi unuttum. Hiçbir şey beni mutlu etmiyor, insanlar, kadınlar, arkadaşlarım ya da hiçbir şey. Tüm bunlardan kaçmaya çalışıyorum ancak kaçtıkça, daha çok yakalanıyorum. Yakalandığımı fark ettiğim zaman, her seferinde sosyal konularda her geçen gün daha beceriksiz biri olduğumu düşünüyorum. Sosyal konularda beceriksizim, hiçbir şeyde becerimin olmadığı gibi. İnsanlar yalan söylüyor, insanlar karşısındaki aşağılıyor, herkes birbirlerine benziyor, insanlar kalp kırıyor, insanlar karşısındaki hep kendisine benzesin istiyor. Tüm bunları düşündükçe, uzaklaşmanın, bir yerlere gitmenin, hep bir yabancı olmanın daha iyi olduğunu düşünmeye başladım. Bu yüzden uzaklaşacağım, bir yerlere gideceğim, kimseye katlanamayan, her an kavgaya hazır, olmak istediği kişi olamadığı için bir canavara dönüşen biri olmak istemiyorum.
Bu yüzden, henüz bir yazar ya da yönetmen olamadan, hem yazarlığı hem de yönetmenliği bıraktım. Kaçıyorum.
Son olarak, ayrı ayrı teşekkür edeceğim insanlar olacaktı ama tüm bunlardan vazgeçtim. Sadece şunu demek istiyorum; benim hayallerime ortak olan, beni dinleyen, benimle konuşan, beni anlayan, daha sonra beni yarı yolda bıraksalar bile benimle bu yolda yürüyen, bana destek veren herkese sonsuz teşekkür ederim. Bana inanan insanlara hem teşekkür eder hem de hayal kırıklığına uğrattığım için çok özür dilerim. Böyle bir hayal kırıklığı olmak istememiştim. Ben kimseye dargın değilim, kendim dışında. Bu savaşı kaybetmiş onurlu biri olarak, eyvallah.
Ben sizden kaçıyorum. Aslında beni bir şeyler üretmeye iten şey de sizden kaçıyor olmamdı. Ben aslında hep sizden kaçtım...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)